18 Ekim 2007

beceremedim

ben bu part time işini beceremedim. yani istediğim gibi beceremedim. boş perşembe-cuma günlerimi ziyan edip duruyorum tamamen kontrolü kaybettim. nasıl oluyor peki bu ziyan? Pazartesi-Salı-Çarşamba zaten iş münasebetiyle ışık hızıyla geçiyor. benim ev işleri maratonum Çarşamba akşamı pazara gitmekle başlıyor. perşembe günü sabah en azından rahat bir kahvaltı yapabiliyorum. markete gitmek gerekiyor her hafta. bu işi haftasonuna bıraksam her şey daha da zorlaşıyor üçümüz bir arada. eve gel yerleştir yemek ye bıdıkla oyna derken yarım gün geçiveriyor. sonra ufaklık uyuyor ben biraz nefes alıyorum o arada da evde daima kendime yapılacak bir iş buluyorum. o iş bitene kadar oğluş uyanıyor ben de onu bırakıp bir yere gitmeye kıyamıyorum. veya bunların hiç biri o gün bir toplantı koyuyorlar gitmek zorunda kalıyorum. oysa ne hayallerim vardı. spor yapabilecektim, kafa dinleyebilecektim, bunları yaparken bol bol oğlumu görebilecektim. oysa fiilen ne oldu? 6 ay falan spor yapmak için gerçekten çabaladım. bir hafta düzgün yapabildiysen ertesi hafta bir şey çıktı. spor disiplinim vardır aslında benim. sabahın altısında kalkar yüzmeye gider idim ÇÖ (çocuktan önce). bir de sporu iş olsun diye yapmaktan hazetmem. yani gelişme görmek isterim nefeste, kaslarda. öyle bir hafta yap ertesi hafta bırak hoop baştan başla işi iyice hevesimi kırdı. madem adam gibi yapamıyorum yapabilene kadar yapmam ben de dedim komple bıraktım. sen sağ ben selamet. özetle kendim için yapmak istediğim hiç bir seyi yapamadım. üstelik işlerin asla yetişmemesi durumu var. tamam kariyeri yerim biliyoruz bunların hepsini bir ruh halim ve tavrım var ama bana ait olan bir işi de yarım yamalak yapmak içime oturuyor. hiç bir iş yetişmiyor, yetişen istediğim kalitede olmuyor, boş geçen günlerimde de harikalar yaratmıyorum açıkçası. çocuğuma da yetemiyorum ki. tamam belki onu arkadaşlarıma göre dahauzun süre görüyorum ama evde geçen günlerimde de sürekli onunla ilgilenemiyorum. sabahtan akşama onunla ilgilensem yorgunluktan pestilim çıkıyor, şekerim düşüyor, sinirleri tel tel gcık bir insan oluyorum. sonuçta o da 2 yaş sendromlarına giren, uyku ve yemek konusunu bizim ilgimizi çekmek için kullanan normal bir "çalışan anne çocuğu". ee, ne oldu şimdi sen yarı zamanlı çalıştın da?

kendimi aynı anda verimsiz (çalışan olarak), yetersiz (anne olarak), tembel (eş olarak) ve boş (insan olarak) hissediyorum ve bu beni üzüyor. bari birinden biri iyi olsun dedim ben de. aralık ayında yeniden tam zamanlı çalışmaya başlıyorum.

bittabii kariyer basamaklarındaki en büyük hedefim olan ev hanımlığı hayalim hala baki.

ha bi de işe başlamadan 6 aydır düzenleyemediğim kütüphaneyi düzenlemem lazım. yumurtanın kapıya dayanmasını bekliyordum da.

17 Ekim 2007

...

Aslında bu konuyu düşünmek dahi istemiyorum. Başımı kuma gömüp yokmuş gibi yapmak istiyorum, belki o zaman yok olur. Kabuslar gibi. Ama maalesef bunun bir rüya olmadığını ve para babalarının ağızlarında salya akıta akıta kollarını sıvadığını da biliyorum. Bunca insanın elinden bir şey gelmeyeceğini ve yine kazananın onlar olacağını... İçim kan ağlıyor.

Bu yeraltı zenginliği açgözlülüğü ne olacak? Bir yanda altın için ağaçlar, hayvanlar ve insanlar ölecek, öbür yanda petrol yüzünden bir sürü çocuk.

16 Ekim 2007

tatilden döndüm yorgunum

















Dönüş eziyetini saymazsak gayet hoş günler geçirdik bayram tatilinde. Altınoluk’u ve Kaz Dağları’nı seviyorum. O yöreyi toptan pek seviyorum. Hava daima güzel. Ilımanlık değil kastettiğim, hava insana daima iyi hissettiriyor, günün her saati, her ısı derecesinde. İstanbul öyle midir ama, sıcaksa ölümüne sıcak ve nemli, soğuksa ayazdır. Kış akşamları is kokar yazın da egzoz.
İpek gibi havanın dışında bizi babaannenin nefis yemekleri ve dedenin elinde ne varsa onunla yaptığı tasarım harikaları ağaç fırıldakları da bekliyordu. Malzemeler eski bira tenekeleri, yoğurt kapları, hurdaya çıkmış şemsiye sapı, sürpriz yumurtanın plastiği, mandal parçası, ceviz kabuğu, çikolata ambalajı, eski püskü kartonlar, plastikler, düşünmeden çöpe atılabilecek her şey. Dedenin elinde onlar artık kuş, balık ve pervane olmuş dağdan ve denizden esen rüzgara göre bir o yana dönüyorlar bir bu yana. Onlar dönerken ben çöpe attığım tüm malzemeler için üzülüyorum. Bence insanlar ikiye ayrılır, eski bir rakı şişesi kutusuna saksı gözüyle bakanlar ve bakamayanlar. Korkarım ben bakamayanlardanım. Şehir hayatından mı, tüketim ve bolluktan mı suçu kime atsam bilemedim.
Bahçedeki (ve etraftaki) turuncu ve mor çiçekleri, yasemini, küçük karanfilleri, zeytin ve çam ağaçlarını da anmadan geçmek olmaz. Zaten zeytin sevgimiz gözümüz öyle kör etti ki fidanlığın birinden “amca İstanbul’da olur di mi bu?” diye boynumuzu bükerek bir zeytin fidanı alıp geldik. Gemlik tipiymiş, olurmuş. Belli olmaz, göreceğiz. Aklımıza estiği için uğradığımız Assos’taki öğrenci grubuna bakıp ah gençlik gitti elden diye hayıflanmamı da anlatmak isterim. Kitabını birasını alan sahile inmiş, bir kısmı iki üç kafa dengiyle bitmek bilmeyen bir sohbete dalmış, fonda yumuşak rock parçaları çalıyor, güneş şahane batıyor ve HENÜZ 20 YAŞINDASIN! Çok acı (benim için)…

Fotoğrafları ekledim kendimce ama Picasa falan yükleyemedim. Biliyorum çok kötü görünüyor. Artık affola.

05 Ekim 2007

dadı - episode II

evet evet daha iyiyiz. özellikle de dört ayak üzerine düşerek oğluşa bakma fırsatını bir türlü bulamamış ilk bakıcımızı saat farkıyla kapabilmemiz (tabiri caizse) moralimizi düzeltti. bu hikaye de enteresan... bu hanım 50-55 yaşlarında çok hanımefendi, üç çocuk sahibi, giyimi kuşamı yerinde, Cumhuriyet okuyan, düzenli bir geliri olmayan ama (aileden) kendine ait evi ve arabası olan biri. esasen zamanında gayet hali vakti yerinde bir ailenin geliniymiş, kendi ailesi de öyleymiş ya, üniversite eğitimi almadan genç yaşta evlenmiş ve ev hanımlığı dışında bir işi olmamış uzun yıllar. çocuklar büyüdükten sonra eşinin işleri bozulmuş, sonra başka problemler falan derken boşanmışlar. çocukları gayet güzel meslek sahibi, kendisi de o kadar üretmek isteyen biri ki "ne yapabilirim?" diye düşünürken yapabildiği en iyi işin çocuk bakmak olduğun karar vermiş ve bu işin eğitimini de veren bir aracı şirket ile bu işe girmiş. okumuş, eğitimini ve işini ciddiye almış ve bana göre çok iyi bir "dadı" olmuş. velhasıl çok nevi şahsına münhasır birisi ancak öyle ajanslar vasıtasıyla falan iş aramıyor, içinden şöyle güvenebileceğim bir aile olsa ben onların bebeklerine baksam diye geçiriyor sadece. kızının çocukluk arkadaşı olan ve onlarla hala ailecek görüşen ofisten bir arkadaşımın da ben doğum yapınca aklına bizi bir araya getirmek geliyor. tamam hikaye buraya kadar şahane de biz bir araya geldikten çok kısa bir süre sonra (15-20 gün ya var ya yok) yurtdışında okuyan küçük kızının psikiyatrik bir rahatsızlığı nedeniyle işe ara vermek zorunda kalıyor. ben hala doğum izninde olduğum için tamam diyorum ve onu yaklaşık dört ay daha bekliyorum. dört ay sonra haberler iyi olmuyor malesef. İngiltere'ye kızının yanına gitmesi gerekiyor ve ben bakıcı standartım bu seviyedeyken yeni bir bakıcı bulmak zorunda kalıyorum. sonra tavsiyeyle gelen ve mecburen razı olunan abla da işte iki gün önce kovaladığımız tip. ondan kurtulmaya karar verdiğimiz gün sabah 10 gibi bu hanımı arıyorum dönmüş mü, neler yapıyor diye bir umut. meğer artık kızı iyiymiş, dönmüşler ve üç aydır yeni bir iş bakıyormuş. akşam için randevulaşıyoruz. ben aradıktan iki saat sonra ona bir başka tanıdıktan iş teklifi geliyor. benim verilmiş sözüm var diye reddediyor. the (happy) end. dün başladı. çok iyi bir oyun arkadaşı olduğu için ufaklık hemen alıştı. ne yalan söyleyeyim bana o kadar yanımızda çalışan biri gibi gelmiyor ki herhangi bir işi ezile büzüle istiyorum şimdilik, hatta çoğu zaman kalkıp kendim yapıyorum. herhalde alışacağım ben de oğluş gibi.
ha bu arada yol verilen ex-dadımız benim numaramı büyük bir pişkinlikle yeni başlamayı planladığı yere vermişti ya, oradan aradılar beni tabii. evdeki hesap çarşıya uymayınca dün gece ex abladan bir telefon geldi ki; zehir zemberek. bize çok hakları geçmiş, bizimse ona asla geçmemiş (boğaz tokluğuna çalıştı ya bir sene boyunca), işte o haklarını bana haram ediyormuş. bu arada ablası ile kızkardeşine de iş bulmuştum, kız kardeşini de tesadüfe bakın ki (çok benzer sebeplerden) aynı gün işten çıkarmışlar. bunun da sebebinin ben olduğumdan emin. ben bunu aklıma gelseydi bile yapmazdım ya, hadi benden bilsin. evet evet sonunda kötü biri oldum ben yaşasın!

04 Ekim 2007

dadı

çalışan ve çocuğuna bakması için bir "profesyonel" tutan kadınlardan bakıcısıyla sorun yaşamayan var mıdır? varsa bunların yüzdesi kaçtır? bu yüzde içine nasıl girilir? şans dışında bir faktör bilinmekte midir? bundan iki hafta önce ufaklığa tam bir senedir bakan ablasını bir sabah küt diye işten çıkaracağımızı söyleseler yok artık derdim herhalde. aslında her şey bu kadar da durup dururken olmadı tabii. kusurları vardı ama oğluşla iyi anlaşıyordu, onu seviyordu ve bazı şeylere de katlanmayı uygun görmüştük. mesela başından beri pasaklı ve pek de titiz olmayan bir tip olduğunu biliyorduk. gözümün önündeyken evin temizlik kurallarına uyuyor görünüyordu. ben de çok kıllanmıyordum. çünkü ablada daima vurguladığı bir dürüstlük ve lüzumsuz bir gururluyum havası vardı. lüzumsuz diyorum çünkü gurur "yakalanana kadar inkar et yalan söyle, köşey sıkışırsan da resti çek" değildir benim gözümde. sonun başlangıcı yeni taşındığımız eve kamera sistemi altyapısı kurdurmamızla başladı. aslında kamera sisteminin çıkış noktası bakıcı gözetlemek değildi. daha önce başımızdan geçen hırsızlık hikayeleri nedeniyle bu eve kamera, alarm, bilmem ne artık ne varsa koyduk. öyle bir niyetimiz olsa bu işi eski evde web cam'le çözmek çok da zor bir şey değildi. zaten kamera görüntülerini de 6 ayda topu topu 3-4 kere izledik. hay salak kafam keşke daha çok izleseymişim. ilk izlediğim zamanlarda evin içinde çocukla meşgul olmak dışında her şeyi yaptığını gördüğümde onu net bir şekilde uyardım ve ondan öncelikli olarak çocukla ilgilenmesini istediğimi, diğer bütün işlerin (iş dediğim de sadece yemek, temizlik falan yaptırmıyorum) tali olduğunu ve sadece o uyurken yapılması gerektiğini söyledim yetişmeyen her şey de kalabilidi hiç sorun değildi. bir süre bu dediklerime uyuyor gibi göründü. hatta bana özellikle böyle yaptığını da vurguluyordu akşamları günü anlatırken. hay salak kafam-2.. sen ne diye güveniyorsun ki, aç kamerayı izle. doğru mu söylüyor yalan mı... fakat ufak tefek huylarına gıcık olduğum için (örneğin musluğu şar şar açık bırakması, obez olduğu için sınır tanımaksızın tıkınması) izleyip de kendimi şişirmemek adına tekrar izlemedim. bi kere daha hay salak kafam diyebilir miyim? velhasıl uzun sözün kısası geçen hafta ben seyahatteyken evi dehşet dağınık ve derbeder bırakması ve oğlanın bir süredir sabahları kapı çaldığında sevinmemesi nedeniyle şüphelenip "ne yapıyor acaba" diye bir izleyelim dedik. gördüklerimiz hiç hoşumuza gitmedi. öncelikle ufaklık yine evde tek başına. biri bir odada diğeri ya mutfakta, ya 500 kere girmemesi gerektiği tembihlenen bizim banyoda (20-25 dakika banyoda ne yapar bir insan?), yemek yaparken yemeği karştırdığı kaşıkla bir yandan yiyor bir yandan karştırıyor, yoğurt kasesinden yiyor aynı kaşıkla çocuğun yoğudunu koyuyor, yemek yemek için tabak kullanmaya zahmet etmiyor ocağın üstünde duran tencerelerden yiyor, dolaptan su şişesini çıkarıyor kafasına dikip yerine koyuyor, ekmek makinesine içme suyu yerine musluk suyu koyuyor, salondaki dolapları karıştırıp çocuğun gözü önünde ondan saklanmış olan çikolataları tıkınıyor. say say bitmez. bir iğrençlik gösterisi. kan beynime sıçradı. sabaha kadar uyumadım resmen. sabah geldiğinde ilk iş sert bir uyarı oldu tabii ki, çoktan onu bırakıp yenisini bulmaya karar vermiştik de bu kalkıp önce inkar etmeye sonra da beğenmiyorsanız çıkarın başkasını bulun gibilerinden diklenmeye kalkmasın mı. bana en çok o gün ikimizin de bırakabileceği kimse olmadığı ve çok acil işleri olduğu için bu domuzla çocuğu bir gün daha bırakıp gitmek koydu. allahtan aynı gün evde temizlik vardı da yalnız değillerdi. aynı akşam güle güle dedik kendisine zaten. kendisi bu arada aynı gün içinde yine bizim siteden başka bir iş ayarlamış da telefonumu o kişilere vermiş beni arayacaklarmış. öfkem hala geçmedi. uzun süre de geçmeyecek gibi görünüyor. be hey salak, paraya ihtiyacın var madem, yediğin kaba ne diye pisliyorsun?
şu anda üzülmemeye çalışıyorum. çocuğa 3 yıl boyunca bakan kişiyi sabit tutamadık, çuvalladık napalım. böyle pis bir şekilde bakılmasındansa varsın bakıcısı değişsin. bir de buradan tüm anne olacak veya olmuş arkadaşlara tavsiye: evde kamera bulundurun. izlemeseniz bile bulunsun. demedi demeyin sonra.

20 Eylül 2007

tahammül

annelik çok özveri istiyor çok. her şeyden önce insan öncelikle karnının ne kadar büyüyüp gerilebileceği ile ilgili tahminlerinin saflığını idrak ediyor. ne kadar uykusuz kalıp sinirlerinin ne kadar bozulabileceği konusunda ise daha önce hiç sınırlarını keşfetmediğini... bu kadar sefil bir durumdayken yine de güleryüzlü ve sevecen olunabileceğini...
veee (last but not the least) parklarda bahçelerde oynayan diğer küçük çocukların annelerine NASIL DA TAHAMMÜL EDEBİLECEĞİNİ insan anne olmadan anlayamıyor. mesela bizim sitede bir hanım var - gerçi o anne değil teyze ama olsun- derhal pedagoga götürülmesi gereken 4-5 yaşlarındaki şirret yeğeninin nasıl da bütün çocukları irrite ettiğinin, çocuğun sinir bozucu sesiyle daima çığlıklar atıp ağlayarak etrafını yönetmeye çalıştığının falan asla farkında değil. mesela o çocuğa "nolur biraz daha yavaş, bağırmasan olmaz mı?" dendiğinde bu hanım gülünç bir şekilde aslan kesilerek "ne var bi şey mi var noluyo bakiim benim yeğenime biri bi laf mı etti?" diye gözlerini belertmek suretiyle ortaya atılıyor. bırak da çocuk haksızlığa uğradıysa bile kendini savunmaya çalışsın önce. sonra yine bu şirret ufaklık (nasıl da çocuk sevmez bi tipim değil mi, napiyim ben birine kıllanınca yaşı benim için pek önem arzetmiyor) başka bir çocuğu canından bezdirene kadar "oradan geçemezsin ben kraliçeyim orası benim, git diyorum burada oynama" diye diye delirttikten sonra ezilen çocuğun kızın dandik fırıldağının köşesini üzerine şirret kız başlıyor ağlamaya. ama ne ağlamak. yarım saat falan. öyle bir yüksek perdeden boğazını patlatarak ağlıyor ki ben o noktada çocuk için üzülmeye başlıyorum. evde naptılarsa buna artık, kafayı yemiş gerçekten. neyse teyze bu olay üzerine çocuğu sakinleştirmeye falan çalışmıyor. dedektif kesilerek fırıldak aslında nasıl kırıldı sorunsalını çözmeye çalışıyor. çok önemli ya nasıl kırıldığı. şirret kız bir keresinde de bizim oğlanı oyun alanından atmaya çalışmıştı. hatta bu çabaları sırasında eğimli bir yerde düşmesine yol açtı. çok da istemedi aslında düşmesini zira benim bakışlarımdan biraz çekindiğini düşünüyorum. yine de ufaklık düştü işte. ben de "bakın bu sizden çok ufak, istediği yerde oynasın, düşürmek yok". şirretin teyzesi çemkirerek "o kendi düştü bi kere, o kendi düştü!" diye bana doğru hamle yaptı. işte o an anladım ki ben çok değişmişim. çünkü o kadına dilimin ucuna gelenlerin tekini bile söylemedim. bir an düşündüm sadece, ne olacak ki bununla dalaşsan. ya işte. eskiden olsa.
insanlarda artık acayip bir çocuğunu ne pahasına olursa olsun koruma tavrı var. çocuk ne yaparsa yapsın ama. mesela ağaç dallarına asılıp dalları kırsın, bitkileri yolsun gıkları çıkmıyor, engellemeye ya da bunun kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıyorlar. başka çocuklara saldırmalarına itip kakmalarına ses etmiyorlar. çocuklar ise bu sınırsız özgürlük (ya da vurdumduymazlık diyelim) sonucu daha mı sakin ya da aklı başında oluyor, hayır elbette. çoğu şımarık, ne istersem hemen olsun ve diğerlerinden bana ne mantığındalar. burada bir terslik var bence. bir dengesizlik.

paşa uyanmak üzere, ben kaçtım.

19 Eylül 2007

fotooo







Midyeler ve pasajlar...


18 Eylül 2007

Brüksel lahanası Brüksel'den mi çıkmadır?

Efeniiim, Evropalarda eğitim tertip etmiş şirketimiz davete icabet etmemek olmaz. Geçen hafta 3 gün Brüksel’deydim. En başta beni ilk ilgilendiren şeyi söyleyeyim: bi midye yiyemeden döndüm başarısız organizatörler yüzünden. Sanki İstanbul’da sabah akşam midyeyle yatıp kalkarmışım gibi bir izlenim verdim nedense ama Brüksel’deki en ilginç şeyin nedense midye olduğunu düşünmüşümdür hep, öyle Evropa Parlemetosu falan fişmekan değil. Heyhat. Yiyemediğimiz gibi tertip edilen yemek organizasyonlarında da önümüze sürekli az pişmiş etler (çiğ düpedüz) sürdüler. Midesizler. Brüksel lahanası da görmedim ortalıkta ki kendilerinin Brüksel’le bir alakaları var mı bilmiyorum, desteksiz atıyorum işte. Bu gezimizden çıkardığım ana fikir: Evropalılar’dan hazzetmediğim ve de zinhar Evropa’da bir yerde yaşayamayacağım olmuştur. Eğitimlisi pek bir burnu havada, uzak ve sosyal becerilerden yoksun. İçmeden sosyalleşemiyorlar daha doğrusu. Eğitimsizi de gayet yontulmamış. İrlandalılarla kuzey ülkelerinden (yani İsveç, Norveç vb memleketlerden) gelenleri tenzih ederim. Ben daha ziyade İngiltere, Almanya ve Fransa devlerine mensup über-insanlardan bahsetmekteyim. Genellemelerimi de yaptım rahatladım. Çikolataları da pek güzel ama benim ilgi alanıma girmiyorlar (daha doğrusu girmeseler daha iyi olur). Şehir dümdüz yürü babam yürü, bu çok güzel, temiz, düzenli, tarihi binalar hem hayatın içinde hem de yıpranmamış ve çirkinleştirilmeden bakılmış. Bunlar da güzel. Etrafa bakınca herkes zengin ve tek tip, bu bence iyi değil ama bakış açısına bağlı tabii.

Oğlumla ilk defa bu kadar ayrı kaldık. Çok özledik birbirimizi tabii. İşin kötüsü gelecek hafta bir kere de Berlin’e gitmem gerekiyor. Bir enternasyonelliktir gidiyor. Sonra çok uzun süre bir yere kıpırdayacağımı sanmıyorum. Saç tıraşı oldu geçenlerde. Çocuk kuaförü sektöründe boşluk var cin iş fikri arayan arkadaşlar. İstanbul’da bir adet yer var, oldukça da pahalı, yine de işlerini iyi yapıyorlar. Biz kesemiyoruz artık, yamuk yumuk oluyor, bir de korkuyorum makasla bir sakatlık çıkacak diye. Normal kuaföre de götürmek fikri pek açmıyor-sanki ben çok gidermişim gibi…

Bu aralar okuduğum bir kitap var Jean Jacques Rousseau’nun “Emile: Bir çocuk büyüyor” kitabı, kitapta beni en çok etkileyen şey çocuğu acı çekmesini önleyerek büyütmenin onu acılarla ve zorluklara karşı tahammülsüz kıldığı ve bunların altından kalkamayacak kadar güçsüz birine dönüştüreceği fikri. Bir de çocukla çocuk olmak fikri var ki çok benimsedim, çocuğa vaktinden önce verilen disiplinin ve ihtiyaç duymadığı karmaşıklıktaki bilgileri öğretmenin gereksiz ve zararlı olduğu görüşüne de katılıyorum. Rousseau amcanın yaşadığı dönemde bu fikirleri geliştirmiş olmasına da çok şaştım kaldı feylesof işte adam. Gerçekten iyi bir kitap kitapçılarda bol miktarda bulunan kof anne-bebek/ çocuk gelişimi kitaplarıyla karşılaştırınca hakikaten bir şeyler söyleyen ve de bana hitap eden bir kitap bulduğumu düşündüm. Esasında kitabı bana tavsiye eden çift biraz egzantirikti. Kendileri ve 5 yaşındaki kızları için çok tuhaf bir Hint öğretisi çerçevesinde planlanmış bir hayat sürüyorlar, asla et yemiyorlar (bu çok tuhaf bir şey değil ama çocuğa hiç yedirmemek kısmını bir doktorla konuşmak lazım), haftanın belirli günlerinde sadece belirli şeyleri yiyorlar (mesela Salı günleri sadece bakliyat, Çarşambaları sadece fındık ceviz falan), diyet dışı bir şey ağızlarına koymuyorlar. Bu bir yetişkin için – özellikle de günün ev dışında geçiren bir yetişkin için bile çok zor bir uygulamayken ufak bir çocuğa bunu uygulatmaya çalışmaları benim “hayatla ne zorları var acaba?” diye düşünmeme yol açmıştı. Çocuğun okulu bile bu beslenme düzenini uygulayabilme kriterine göre seçildi ki, değer mi yani bu kadar diyet takıntısına kısacık hayatta dedirtiyor insana. Velhasıl çift egzantirikti dediğim gibi ama kitap tavsiyesi gayet iyi çıktı. Ufaklık da Ayla Çınaroğlu’nun Veli serisine taktı. Yasemin tavsiye etmişti. Her akşam “Belli, Belli” (Veli demek oluyor) diye onu okumam için tutturuyor. Bilinçli bir şekilde kitap seçmesini çok şeker bulmakla beraber topu topu üç kitaplık bir seri olduğu için içime fenalık gelmek üzere. Ayla Çınaroğlu hanımefendiyi (ki kendisinin küçük hayvanlar serisine de bayılıyoruz) derhal Veli serisine yeni eserler katmaya davet ediyorum. Lütfen size ihtiyacımız var.

Başka neler yapıyorum bu aralar, bahçeyle uğraşıyorum biraz. Sonbahar geliyor hafiften ama yağmur gelmiyor, mutsuzum. Bahçede işler var-her zamanki gibi, kasımpatı diktim tomurcuktalar sabırsızlanıyorum. Çim işinden umudumu kestim sonbahar yağmurlarına bel bağlamıştık, o da yok. Sararan otlara bakıp bakıp üzülüyoruz. Bu mevsimde ne eksen-diksen tutarmış, o yzden çok hevesliyiz de su yok.

Ha bi de kariyer meselesi var. Napıcaz bu kariyeri? Bir şey yapmak lazımdır kısa ve orta vadede. En gıcık konu en sona kaldı. İyi de oldu. Vaktim kalmadı dolayısıyla yine erteleyebilirim bu konuya yoğunlaşmayı. Bir ay daha rahatım oh be.

Bu arada bu yazının başlığındaki sorunun cevabını bilen arkadaşlar (Çoban senden umutluyum) kaleye mum diksin. Bu lüzumsuz malumata hakim olamadığım için kendimi pek eksik hissediyorum.

03 Eylül 2007

kördüğüm

Şu yaşıma geldim (yolun yarısı değilse bile az kaldı) hala kendimle sorunlarımı halledemedim. Halbuki insanın artık yaş kemale erdikten sonra ekim yapılmaya hazır bir bahçe gibi usulünce çapalanmış, taşlarından, yabani otlarından ayıklanmış ve dinlenmiş olmasını beklerim. Çevremdekilerden beklerim tabii bunu, kendimde ne kadar başarabilmişim, cevabını beklemediğim bir soru. Belli bir yaştan sonra artık kişilikle ilgili konuların üzerine gitmenin anlamı yok bana göre, olan olmuş artık, yerleşmiş kemikleşmiş huylar, özellikler değişmez. Kabulleneceksin devam edeceksin.
Konu derin, dal dal bitmez. İsteğim de yok. Ama pek çok sorunun bundan kaynaklandığının da farkındayım. Ah ne kadar istiyorum bir süre sessiz durabilmek, susmak, kıpırdamamak, kimseleri görmemek, durgun suda kararsızca yüzen bir dal parçası gibi hiçbir şeyle meşgul olmaksızın, meşgul olmak zorunluluğu duymaksızın kendi içimde dolanmak dolanmak dolanmak… Böyle kararsız ve amaçsız sürüklenirken bir gün yavaşça aydınlanmak, düşünmüş, halletmiş ve kabullenmiş olarak. Ah mümkün mü… Cevabını beklemediğim bir soru.



Öyle uzak ki yerim/Uzakları aşıyor/Bütün özlediklerim/Benden ayrı yaşıyor/Ya her şeyim ya hiçim /Sorma dünyam ne biçim/Bir kördüğüm ki içim/Çözdükçe dolaşıyor

KÖRDÜĞÜM Söz: Şevket Rado / Müzik: Hümeyra

25 Temmuz 2007

homo sapiens işadamicus

yazlıktaki plajda üç beş masa bi modem koyup dandik bir "wireless point" yapmışlar, 40'larındaki göbekli gevrek gevrek gülen amcam sarı mayosu ve diz üstü bilgisayarıyla wireless point'te (yesinler) habire bi borsa takip etmeler bi acayip işim var ben çok fena iş adamıyım havaları falan. tamam dedik önce, salak ama zararsız. takılsın işte oyuncak yapmışlar ona. seçimden bir hafta önce falandı kendisi annemlere "aa ama borsa ve ekonomi çok şahane, neden karşısınız siz bu partiye, ben anlamıyor?" tadında küçük aklınca propaganda da yapmış. öğrendik ki habire borsada oynayıp çok güzel paralar kazanıyormuş. afiyet olsun, gözümüz yok da, kimsiniz siz hakikaten? nerede ve hangi gerçeklikte yaşıyorsunuz? hadi çöken eğitim sisteminin eseri kayıp kuşakları da bir yerde anlıyorum, bir anlatan olmamış ki onlara, ama sizin yaşta bu ülkede bu kadar şeyi görmüş, wireless point'lerden çıkmayan insanlar, gazetelerin televizyonların, işin ucu bir yerden çıkarına dokunanların çevirdiği bu ucuz filmi göremiyor, çözemiyor musunuz? her şey çok şahaneymiş, böyle devam etsinmiş. allah allah?
bu "iki kişiden biri" kim hakikaten?

24 Temmuz 2007

dönüş ve cips sorunsalı

Cuma günü döndük. Döndükten sonra Cumartesi günü dinlendim. Velet bey tatil yaptı biz de kafasını gözünü yarmasın diye peşinde dolandık. Buna rağmen başında düşme sonucu, göz kapağında çarpma sonucu morluklar, yüzünde çizikler gibi benzeri travma izleriyle dolandı tatil boyunca. Sosyal hizmetler gelip çocuğu bizden alacaklar diye korkuyorum (vakti zamanında çok Amerikan filmi izledim beynim sulandı, bizde nerede öyle sosyal hizmetler mizmetler, peh). Dönüşte evi ve bakıcı ablasını pek özlemişti, onu zıplayarak, kahkahalar atarak karşıladı, buradan da anladık ki öyle ota boka (afedersiniz) kafayı takmayalım, aralarında böyle bir sevgi varsa çocuğa iyi bakıyordur.

Neden kendimi tatilden dönmüş bir enerji bombası veya huzuru bulmuş bir ermiş gibi hissetmiyorum diye düşünüp duruyorum sabahtan beri. Bu tatil pek de öyle eskisi gibi ikimizin beraber yeni yerlere gidip, sakinleşip, gündelik hayattan koptuğumuz bir tatile benzemedi bir kere. Daha çok kalabalık ve keşmekeşle dolu, ayakları uzatıp sakinleşilemeyen, hep başkalarının düzenine tabi kalınan, orada geçirilmesi zorunlu bir zaman dilimine benzedi. Bunun yarattığı hayal kırıklığı da birbirimize bilenmemize ve öfkeyi çıkaracak kimse olmaması nedeniyle birbirimize patlamamıza yol açtı. Sorun ufaklıkla beraber tatil yapmakta değildi, onunla geçirdiğimiz uyku dışındaki zamanında çok eğlendik, kumlarda sularda oynaması, akşamüstü gezmeleri, keşfetmekten duyduğu heyecanı izlemek için bile yorgunluğa değer. Ama anladım ki bizim de tatile ihtiyacımız varmış. Yaramazın kumda oynamasını istiyorum ama sürekli peşinde dolanmak gerekiyor ve kumda sigara içip izmaritini kumlara atan, bas bas bağırmadan konuşmayı beceremeyen tiplere tahammül edemiyorum mesela. Anneanne ve dedeyle vakit geçirmek güzel, onlarla olalım ama yazlık komşu ve ahbaplarıyla mecburen akşam yemekleri yemek, herkesin evinde olup biten her olayı (o geldi bu gitti, kız şurada işe girdi, oğlan ev aldı, kuzen doğum yaptı, bilmem ne şunu dedi) vıdı vıdı birbirine anlatması bizi sıkıyor. Neyse insan bir kaç sene tatil yapmazsa ölmez herhalde. Sadece eskiden en sevdiğim tatil zamanı Eylül’dü, kumdan nefret ederdim, gitmeyi en sevdiğim yerlerse ıssız olanlardı. Şimdi kum plajda 0-10 yaş arası bir çocuk ordusunun içinde Temmuz sıcağında kumdan yapış yapış bir biçimde dibime şezlongunu dayamış suratıma sigara üfleyen kokoş kadına bakıp “bak işte o bile uzanmış beğenmediğin kitabını okuyor” diye hayıflanıyorum.

Neyse ki bir adet P.D. James polisiyesi bitirdim (An Unsuitable Job For A Woman), pek hoştu. Aslında alelade bir polisiyeydi işte, kadının üslubu olmasa sıkardı. Hoş olan kitabı bir aydan kısa bir sürede bitirmiş olmak. Gururluyum.

*******

Geri döndüğümüzde yan komşumuzun bitmek bilmeyen inşaatının sonunda bittiğini ve sitemize eşi benzeri görülmemiş mimari şaheserler kattığını gördük. Ön tarafa günün hiçbir saati güneş gelmeyen bahçesine dev bir pergola yaptırarak içine spotlar gömmüş. Dikkatinizi çekerim: spot! Bahçede… İlaveten 3x4 ebadındaki bahçesine yaptığı garip peyzaj düzenlemesine kondurduğu ayakta duran kız, ördek, tavşan, kaplumbağa heykellerinin arasına dev yeşil ışıklar yerleştirdi ve 5. sınıf kır gazinosu imajı tamamlandı. Bitmedi! Aynı bahçeye kahvehanelerde örneği görülen duvara monte televizyon altlığı ve üzerine bir adet televizyon yerleştirdi. Sakin ve yeşil bir bahçede insan televizyon arar tabii. İhtiyaç. Ön balkonuna bir kafes astı ve üzerine plastik (yazıyla: plastik) bir sarmaşık ve yine plastik sarı güllerden bir aranjman yaptı ki herkes görsün. Ay bayılıciim. Bitmedi. Evin hatun kişisi hemencecik elinde bir tabakla yetişti, börek yapmış bizim ufaklık yer diye getirmiş. Sosisli, sucuklu ve salamlı ayıptır söylemesi. Şimdi kadıncağız kibarlık etmiş mendebur olmanın alemi yok ama ben bunun hangisini vereyim 17 aylık bebeğe? Bir yandan da 3 yaşındaki oğlunun tatilde sürekli baharatlı cips yemesi sonucu alerji olduğunu ve bu nedenle erken döndüklerini anlattı. Geçmiş olsun dedim uzatmadım şimdi ayaküstü kendisine çocuklara ne yedirmemek lazım konulu bir kısa film çekmenin alemi yoktu. Ben uzatmamak için azami çaba gösterirken beni oturmaya beklediğini belirtti derhal. İçim kan ağlayarak “inşallah siz hele bir yerleşin de eberek güberek” diyerek sohbeti noktaladım. Annecim ya! İstemiyorum ben o kitch müzesine oturmaya gitmek falan, sosis ve sucuk da ağzıma sürmem. Şimdi esas problem o tabak boş geri verilmez, annemden öyle görmedik, ben napıcam?

03 Temmuz 2007

tatil tatiiil






küçük canavarım bir su kuşu. hamileyken suda fazla kalmama bağlıyor annem ama bence onu göbeği düştüğünden beri her gün (bazen günde iki üç defa) suyla haşır neşir ediyoruz, banyo, bebek havuzu, ne varsa. her geçen gün daha da su seviyor. hele bu sıcaklar onun suya karşı olan ilgisini iyice artırdı. sabahları yataktan havvu havvu (havuz) diye kalkıyor bazen. sitedeki havuza soktuk, önce ona biraz soğuk geldi biraz mızıldandı. ikinci girişinde çıkmak bilmedi. şimdi yatakta sırtüstü yatarken nasıl ayaklarını çırptığını, sonra kollarını nasıl bıcı bıcı yaptığını gösteriyor ve sürekli işaret parmağı "ordular ilk hedefiniz akdenizdir!" şeklinde havvu havvu diye havuzu gösteriyor. bir de şişme havuzu var ki onun içinden çıkmak bilmiyor. dünyanın en önemli işini yapar gibi ördekleri oradan oraya taşıyor, şapır şupur sulara vuruyor. yani demem o ki bu veledin artık denize girmesi şart oldu. biz de kendisini perşembe günü onu çılgınlar gibi özlemiş olan anneanne ve dedenin yazlığına götürüyoruz. kendimizi de götürüyoruz tabii aksesuar olarak ama esas beklenen misafir küçük beydir, açık açık söylenmesine az kaldı. haftalardır onun kumsalda kova-kürek-kamyon üçlüsüyle nasıl oynayacağını, sudaki minik balıklara nasıl çıldıracağını, plaj şemsiyeleri ve şezlonglara kafayı nasıl takacağını hayal edip duruyorum. henüz kendim için bir şey tasarlamış veya hazırlamış değilim, eskiden hangi kitapları okuyacağımı bir ay öncesinden falan seçer yüzme hayallerine de bir o kadar erkenden başlardım. heyhat. henüz organize edemediğim kütüphanemden okuyamadığım yüzlerce kitaptan bir kaç tane atacağım işte çantaya rastgele.



epey bir süre yazamayacağım, en azından sayfa güzel dursun diye ufaklığın pazar günü boğazda gerçekleştirmiş olduğu kahvaltı sefasından iki kare ekledim. ilk fotoğrafta arkada duran amcaya çok kıllandı yok yere. neden huysuzlandı anlamadık. sonradan söz konusu amca tepeden masasına toz dökülmesi sebebiyle (ki salaş bir çay bahçesine gelmiş pazar kahvaltısı yapıyordu işte, kendini four seasons'ta zannetti herhade) "vergi numaranızı verin, sizi şikayet ediciim! pazar günümü zehir ettiniz" diye uzattı da uzattı. aman be amca, hayat kısa, senin pazar günün bundan zehir oluyorsa...ohooo!




velhasıl. sonbahara görüşürüz...demek isterdim ama topu topu iki hafta yokuz. kendinize mukayyet olun.


27 Haziran 2007

fiidbek riport

Bizim şirkette insan kaynaklarında çalışan bir zat-ı muhterem ile ilgili değerlendirme notu hazırlamam gerekiyor. Bu zat esas olarak iş alım işleriyle meşgul olan, tahminimce 25’inden büyük 29’undan küçük bir hanım kızımız. Kendisiyle ilgili içimden geçenleri Amerikalıların dediği gibi politically correct bir biçimde ifade edemeyeceğim için tahmin ediyorum kendime saklamak zorunda kalacağım düşüncelerimi şöyle özetlemek istiyorum:

1. Bu arkadaş biraz angut. Kendisinden yapması istenilen şeyi bir defada asla anlamıyor. Kaldı ki insan kaynakları departmanında çalışan bir kişiden istenebilecek en kompleks “task” ne olabilir, meydan okumalara açığım. Şu adayların formlarını bul, şu adamı ara şunu de, görüşmeye gelen teklif verilecek kişilerle ilgili şöyle bir liste hazırla minvalinde işler istenmekte kendisinden. Ona iyi izahat vererek istediğim şeyi bir seferde alabilmek için çok çalıştım, bu uğraşlar neticesinde kendisinde bir arpa boyu ilerleme olmadı ancak ben daha sabırlı bir insan oldum. Yalnız küfretmek gibi fena bir alışkanlık geliştirdim (tabii ki kendi kendime).
2. Bu arkadaş aynı zamanda Türkçe konuşup yazamıyor. Özellikle yazdığı mesajlarda ne dediğini anlamak için mesajı en az iki kere okumak gerekiyor. Mesela kendi icat ettiği bir kalıp var: “değerlendirmelerinize göre hareket ediyor olacağım” “yarın bunları takip ediyor olacağım-bilmem ne ediyor olacağım”. Bu nece ya? Sen nece konuşuyorsun, Türkçede böyle bir anlatım yok! Biri söylesin artık buna bu gerçeği. Başka incilerine: “sizlerin zaman planlamasına ihtiyacımız var”, “hayırlı olsun dilerim”, “corporate görünümlü”, “hard-working bir duruşu var” örnek gösterilebilir. Ayrıca kendisinin “bununla beraber”in nerede ve nasıl kullanılacağı konusunda en ufak bir fikri yok, ilave etmek istediği her şey için bununla beraber lafını kullanıyor, cümle bitiyor ve kalakalıyorum “ne demek istedi şimdi bu?” diye. Ayy bi de şey var şey “değerlendirmelerinize göre ilerliyor olacağım”, bu benim favorim. Patla e mi!
3. Bu arkadaş oldukça yavaş. Bizim bölümde en deneyimsiz elemanların bir saat içinde yapıp toparlayabileceği bir iş için kendisini iki gün beklemek zorunda kalıyoruz. Sorulduğunda da hiçbir hicap duymuyor, “yapıyorum yapıyorum akşama vericem” diyor. Asla sorulara direk cevap vermiyor, bahaneler üretiyor ama birinci maddede belirttiğim nedenden (angutluğundan dolayı) bahaneleri karşı tarafça yenmiyor.

Özetle, bu arkadaş angut, dilimizi konuşamayan ve de beceriksiz biri. Saygılarımla.

Oh beee. Blogun gözünü seveyim. Şimdi rahatladım.

taş kafa

bir ayı devirdik yine. madem yazmıycan ne açtın bu blogu. bu iç sesle pek bir didişme halindeyiz son günlerde. her konuda bır bır bır. son vukuatım sonrası zaten iç sesin bağırtılarından kulaklarım çınlamakta. dün ufak çaplı bir kafa travması yaşadım. hem de öğle yemeğinde bir arkadaşın yaptığı bir espriye gülerken nasıl başardıysam (tekrar prova etmek istemiyorum) kafamı masaya çarptım. çarpmamla beraber belgesellerde bile değil sadece çizgi filmlerde görülebilecek hızda ve şekilde bir yumru bitiverdi alnımın ortasında! bir saniye içinde şişti alnım. buz tuttuk. az birşey indi. utancımdan mı öleyim kafamın acısına mı yanayım yoksa ölen beyin hücrelerim sonrasında bundan daha salak nasıl olabilirim acaba diye mi düşüneyim oradan oraya savruldum bir nevi. kafamda bir kayısı ile ofise döndüm. akşam evde eser miktarda sevecenlikle karışık bi de azar yedim doktora gitmedim diye. böylelikle evliliğin aşkı öldürmüş olduğu da bilimsel olarak ispatlanmış oldu. kırgınım. kafam şiş. kendimi salak hissediyorum. başım da ağrıyor. kendimi salak hissediyorum demiş miydim. hayır yani delikanlılığı feci bozan bişey gülerken kafayı yarmak. iç ses bi sus ya.
bu sabah sabahın 8'inde termometre 30 dereceyi gördü. salaklık bundan da mütevellit olabilir.

24 Mayıs 2007

aynısından

efenim bugünkü yazımızın konusunu müstakbel karşı komşumuzun henüz taşınmadan başladığı kıl icraatlar oluşturmaktadır. mevcut komşularından dolayı şişmiş olan arkadaşlar direk öbür bloglara devam edebilirler zira böyle bir konu ile daha fazla şişmelerini istemem.

bizim evin karşısındaki daire de biz evi aldıktan kısa bir süre sonra satıldı. sevindik çünkü içinde oturan kiracı karısını dövdüğü tescilli, genelde sarhoş gezen ve de istanbul'un bu mutena semtinde muhtelif kalın insanların oturduğu güvenlikli falanlı filanlı bir sitede uluorta silah çekmiş ve de ne hikmetse kimsenin bişeycik demediği bir adamdı. ben gerçi kendisine delici bakışlar atarak oğlumun 50 metre yakınından geçerse neler olabileceği konusunda göz dağı vermeye çalıştım, artık anladıysa...her neyse, bu tuhaf aile taşındı ve yeni ev sahipleri arzı endam ettiler. şimdi burada kısa bir geri dönüş yaparak bizim eve taşınmadan önce yaklaşık iki ay kadar içinde inşaat dekorasyon yaptırdığımızı söylemem lazım. nitekim siteye verdiğimiz rahatsızlığın bende yarattığı mahcubiyet nedeniyle yarın üst katta oturan iki ev hanımının da hoşgeldiniz bahanesiyle kahveye gelmelerine razı olduğumu, bu nedenle de halen kara kara düşündüğümü de belirtmek isterim. velhasıl bu inşaat dekorasyon faaliyeti civarda öyle bir merak uyandırdı ki ev şantiye halindeyken herhalde sitenin yarısı gezdi (türk insanındaki lüzumsuz merak da apayrı bir forum konusu). ev şantiyelikten çıkıp da biraz adama dönünce artık evin showroom gibi gezilmesini yasakladık tabii ancak karşı komşumuz "ben de sizin adamlara yaptırıcam" diye direk konuya girerek biz evde yokken şantiye şefi arkadaşla evi bol bol gezmiş. bir müddet sonra yine bir oldu bittiye getirerek biz evde yokken karısını da almış ve evi gezdirmiş. bu aşamada koca kişisi konuya mesleki açıdan yaklaşarak "boşver nolacak hem bizim çocuklara da iş çıkar, komşumuz olacaklar bu kadar negatif olma, gidenler kalsa daha mı iyiydi" çizgisinde gitti. neyse dedik herhalde yeterince gezdi ve tatmin oldu. onların ev de boşaldı ve inşaata başlama günleri geldi, bunlar bir gün yanlarında uygulama ekibi yine kapıda. bıdır da bıdır da biz mutfak duvarındaki bilmem ne ölçüsünü nasıl yaptınız ona bi bakcaktık da kusura bakmayın ay çok rahatsız ettik de bıdır bıdır yine allem edip kallem edip eve daldılar. dalmalarıyla adam karısına (ki kendisine "ilknur hanım" diye hitap ediyor) "ilknur hanım bak ben bu kapıları çok beğendim aynısından yaptıracam, renk de çok güzel", "ilknur hanım bak bu duvardaki sıva güzelmiş biz de aynısından yaptıralım beğendin mi?" "sizin bahçedeki ahşapların ayısından yaptırıcam bi de sizin mutfağın camının aynısından yaptırıcam" şeklinde beyanda bulunmaya başladı. adamın ve karısının tiplerini de tarif edeyim ki içiniz açılsın. adamın saçların üstü açık (kel yani), ense ise uzun ve abanoz gibi siyah (yani boya), hep çizgili gömlekler giyiyor ve göbekli. nece olduğunu çözemediğim bir aksanla konuşuyor. kadın ise kendisinden oldukça genç, dip boyası gelmiş bir sarışın, hafta sonu gündüz vakti benim düğün makyajıma benzer bir makyaj ve 10 cm uzunluğunda küpelerle geziyor (bendeki bu ukala şekilciliğin hayatta bir zararını görmediğimi, bilakis pek faydalı kararlarımı bu özelliğim sayesinde aldığımı belirtmeyi bir borç bilirim). bu sevimli çiftin 9 ve 4.5 yaşlarında iki de yaramaz oğulları varmış ay aman çoook sevindik (benim çocuğum var diye dünyadaki bütün çocukları bağrıma basacak değilim). allahtan kadının dekorasyon zevki ile bizimki arasında önemli zıtlıklar varmış da, evde aynsından olsun istemediği şeyler kaldı, yoksa eşyaların da aynılarından sipariş edecekler diye korktum bir ara. kendimi bu kadar zor tuttuğumu hatırlamıyorum. hayvan herif, sen gelip de "aynısından yaptıracam" de diye mi biz gecelerce bilgisayar başında proje çalışıp, kataloglardan malzeme seçip, ustalarla cebelleşip sinir sahibi olduk! madem bu kadar görgüsüz ve zevksizsin bari çaktırmadan yap.
önümüzdeki günler çok feci gerilimlere gebe. ben bunlara kılım abi. çekemiycem valla.

15 Mayıs 2007

bitirdi beni bu velet


blogger beni atacak herhalde, yani böyle bir mekanizma var mı bilemiyorum ama zayi ettin canım blog'u diye atabilirler beni yakın bir zamanda.
ne bileyim, bıktım herhalde biraz. hep böyle olur bana zaten. hiç sevdiğim bir özelliğim değildir tabi bu maymun iştahlılık. heves de geçiverdi mi elime yapışır herşey, kesnlikle yapamam. ama malzeme birikti bir yandan da, hatta birikenlerden artık tedavülden kalkanlar dahi oldu. bir yerden başlayayım bari yazmaya.

taşındık yerleştik derken sevip de kavuşamayanlar misali evde bir ayağını uzatıp oturamama hali baş gösterdi. zira hala yok ahşapçı gelcek bilmem ne takılacak yok buzdolabı bozuldu servis çağır işleri sürmekte. bu işlerin arasında en zevklisi olan bahçeyle uğraşma kısmı bile yorucu olmaya başladı zira biz bahçeli ev tahayyül ederken afacan bir veleti kompozisyonun neresine oturtacağımızı tam kestirememişiz. ufaklıkla sürekli birinin uğraşması gerekirken diğer kişi bahçede ırgatlık yapıyor (bu er kişi oluyor tabii genelde), akşama doğru afacanın ve evin kalan işlerinin helak ettiği annenin sinirler tel tel oluyor ve her akşam illa bir kavga kopuyor. neyse herhalde şöyle keyifle sakız sardunyalarımı seyredip ayaklarımı uzatıp bir çay içeceğim günler de gelecek. muhteşem çiçekler diktik açmalarını dört gözle bekliyorum. yasemin baş köşede tabii ki, sarmaşık gül, ortancalar, minik kokulu karanfiller. off. nefis. bir de sitenin manolyaları var ki her sabah tomurcuklarına bakıp ne zaman açacaklarına dair tahmin yürütüyorum. eli kulağında.

evdeki ufak canavarda müthiş bir değişim var bu arada. kendisi dünyanın en yaramaz veleti olma yarışında sadece kendisiyle rekabet içinde. standart bir günde milyon kere mutfak dolaplarının içi boşalıyor, dvd oynatıcı vs türü elektronik aletlerin tümü kurcalanıyor, her şey yere atılıyor, uyunmuyor, bir dakika durulmuyor. geçen pazar bizim oğlandan 4 ay büyük bir kızları olan arkadaşlarımızı kahvaltıya çağırdık. artık kız çocuk farkı mı, genetik miras mı yoksa bi haltı becerememiş ebeveyn problemi mi bilemiycem kızın usluluğu beni şaşkınlıklara gark etti. bütün kahvaltı boyunca mama sandalyesinde uslu uslu olturdu, konuşmaları dinledi, yemeğini yedi, sütünü içti, güneş kremi sürdük itiraz etmedi, şapka taktık pek hoşuna gitti. yerdeki musluk başlarına ellememesini söyleyen annesine anında itaat etti. bizimki naptı? sandalyesinde oturmadığı gibi babasının kucağında onun kahvaltısını sabote ettikten sonra sıra bana geldi, benden de sıkılınca indi dolaşmaya ve nasıl mikropluk yapabilirim araştırmasına girdi, ve başarılı da oldu. şapkasını yüz kere attı. söz konusu musluk başlarına yedi kere gitti geldi. her yapma elleme deneni inadına yapıyor. siteye ilk geldiğimizde çocukların oyun alanında feci yaramaz, sürekli silahlarla oynayıp arkadaşlarını itip kakan 2 yaşlarında kaya adında bir çocuğu tespit etmiş ve de bizimki inşallah buna fazla bulaşmaz demiştik. kaya'nın bir de bir boy büyük "kankası" var, shaquille (valla şaka değil-ecnebi), en az onun kadar saldırgan ve haşarı. o kadar çocuk içinde (neredeyse 15 tane falan yaşıtı velet var) gitti bizimki direk kaya ve shaquille'e takıldı. oğlum bak orada mis gibi alp var, sakin sakin bisiklete biniyo top oynuyo. yok. bizimki ya kaya'nın peşinde ya da top oynayan 14-15 yaş grubunun. tabancayı rüyasında bile göremez yalnız. kararım kesin.

şimdi hakkını yediğimi hissettim boncuğun. yaramaz evet çok feci hem de ama şu aralar aynı zamanda en tatlı zamanları galiba. geçen gün kullandığı kelimeleri bir yere yazayım dedim, kelime dediysem kendi dilinde kelime yerine geçen şeyler, vovvov (köpek) pop (top) gibi..55 kelime kullandığını farkettim, bir iftihar ettim ki sanki çocuk okumayı söktü. onun yaşı için normal belki, hatta ondan çok çok ileride cümleler bile kuruyor olabilir yaşıtları. yine de iftihar ettim cüceyle. yukarıda da naçizane uyku pozunu paylaşıyorum, kendisi ice age'deki syd karakteri kadar rahatsız bir tip olup uyumadan evvel veya uyurken yetmiş çeşit acayip pozisyon alabilmektedir.
inşallah bir dahaki yazımı bahçede yeşil çayım eşliğinde yazacağım. yani sırf yapmış olmak için. yoksa gözüm açık gidicem.

01 Mayıs 2007

genel gidişat

taşındık evelallah ve bitti. bir adet bardak kırıldı o kadar. yerleşme henüz bitmedi elbette, sanırım tam anlamıya yerleştim demem için benim bu evde bir kaç ay geçirmem lazım. hala akşamları eve dönerken şantiyeye gidiyormuşum gibi geliyor, oradan da asıl eve geçeceğim gibi düşünüyorum. şantiye doğru, hiç bir şey varolmadan önce sadece bir gaz ve toz bulutu vardı aşamasından ev haline geldi ya bu ev, inanamıyorum.
aslında önemsiz bir mevzu sonuç olarak, hele de ülkede işler buralara tırmanmışken. ne gazeteleri elime alasım var (zaten artık tavırları ve tavırsızlıkları burnumuza kadar gelen şu klasik gazeteleri almaktan vazgeçtik) ne de televizyondan takip edesim. dün (1 Mayıs'ta) "madem öyle görürsünüz siz" tavrıyla uygulanan sıkıyönetim provası her şeyin üstüne tuz biber ekti. bırakın öğrencilere yapılanları, yoldan geçen işine gücüne gitmeye çalışan insanların uğradığı faşistçe zulüm, şehrin keyfi olarak kilitlenerek resmen suratımıza suratımıza sopa sallanması hala bu adamların istifa etmesine-görevden alınmasına yetmiyor. velhasıl pek çok kişinin olduğu gibi bizim ev halkının da canı sıkkın.
yarından itibaren bizim şirketin işe alım görüşmeleri başlıyor, ben de orada görevliyim. günlerdir başvuru-özgeçmiş okumaktan beynim sulandı. sınav kağıdı okuyan hocalara allah kafa ve sabır versin. hafif hafif orta yaş kıvamında bir hal tavır içine girdiğimin farkındayım ama bu yeni nesil de bir hoş azizim. işe başvuru formu bu kadar mı özensiz doldurulur. sorulara bu kadar mı okumadan rastgele cevaplar yazılır. ben de bu şirkete aynı formu doldurarak girmiş idim zamanında, o zamanlar elimizde form bir kaç gün okulun kantininde oturup ne yazsam nasıl yazsam diye uzun uzun düşünürdük. keçileri kaçan arkadaşım bilir mesela.
yağmur da ne güzel yağdı dün akşam ve bu sabah. bahçeye ektiğimiz çim tohumları başlarını çıkardılar yeşil yeşil, çok sevinçliyim. fırında kabaran keke bakar gibi gidip gidip cılız yeşil başlarını seyrediyorum. şöyle sımsıkı gür bir çim örtüsü olsun istiyorum ki ufaklığı top gibi yuvarlayalım üstünde.
oldu madem. bugünlük bu kadar yetsin.

10 Nisan 2007

bahane çok

insan ayda bir blog'unu güncelliyorsa bu işi bırakmalı mıdır? ama izah edebilirim. çok meşgulüm. sürekli meşgul olmak da bu çağın hastalığı galiba. ama yine izah edebilirim. biliyorsunuz taşınmak en majör stres kaynaklarından biri olarak kabul ediliyor artık beynelmilel stres bilim camiasında. biz taşınıyoruz. daha doğrusu taşınacağımız evi taşınabilecek hale getirmeye çalışıyoruz. ufaklıktan geriye kalan tüm enerjimiz bu işe vakfedildiği için hayat altüst oldu son zamanlarda. neyse umarım kazasız belasız bir biçimde bu maraton 26 Nisan'da bitecek ve ev değiştirmiş olacağız. ondan sonra sanırım artık 20 sene falan kıpırdamak istemiyorum.
arayı çok açtım doğru, aslında biraz da yazmaya ara vermek istedim galiba. neyse bu uzun bir konu. bir ara irdeleyeceğim ama şimdi değil. zira öyle bir "yap"lar listem var ki bugün, geceyarısına kadar çalışsam ancak biter. Bu "yap"lar listesi lafını lugatıma katan sefkili eşime de buralarda işi dahi olmamasına rağmen teşekkür etmeyi borç bilirim. senelerce şuursuz şuursuz to-do diyip gezdim ortalıklarda.

14 Mart 2007

bu koca evrende yalnız olamayız

Bu hafta işe hep taksiyle gelmem gerekti. Arabamın kenarını çok afedelsiniz hıyar gibi (Microsoft Word beni argo veya kaba sözcük, cık cık cık” diye uyardı) otoparkta sürttükten sonra tamire verdim dolayısıyla İstanbul’da beni en çok geren şeylerden biri olan taksiye binme eylemine mecbur kaldım. Gerçi korktuğum gibi olmadı birkaç gündür genelde sigara içmeyen ve fazla konuşmayan taksi şoförlerine denk geliyorum. Hatta dün sabah bindiğim taksi bal dök yala kıvamındaydı. Arka koltukta otururken içimden “iyiymiş ya bu, aslında şöyle patron olmak var, şoförün olacak, sen sabah trafiğinde gerileceğine tıngır mıngır giderken gazeteni okuycaksın, peh” şeklinde ahkam kesmekteydim ki şoför bana “isterseniz gazete var, okur musunuz?” dedi ve bir adet okunmamış gazete uzattı. İnsanoğlu tatmin olmuyor tabii çok sevinmek ve gazetenin üzerine atlamakla beraber “yav bi de kahve isteseymişim keşke” diye düşündüm, adama teşekkür ettim, adam ne dese beğenirsiniz? “Maalesef kahve servisimiz yok henüz”.

Ajan Mulder, Ajan Scully, görev başına!

13 Mart 2007

bir canavar yetişiyor


korkmaya başladık. ufaklık bir yaşını devirdiğinden beri giderek artan bir ivmeyle canavarlaşıyor. çocuk karşılaştırmak doğru değil tabii ancak haftasonu bizi ziyarete gelen arkadaşlarımızın bizimkinden dört ay büyük kızlarının laf dinlemesi ve sakinliği bizde bir soru işareti uyandırdı. yoksa bizimki yavaş yavaş canavarlaşıyor mu? bir kere o çene hiç durmuyor. ne söylüyor ki daha bir yaşında derseniz ortada ele gelir adam gibi birşeyler yok ama kuş dili gibi bir dil tutturmuş bıdır bıdır birşeyler anlatıyor. daima gitmemesi gereken yerlere kaçıyor, daima oyun istiyor, istediği olmazsa yaygarayı basıyor ve ikimiz de evdeysek zinhar uyumuyor. özellikle baba (en çok onu özlüyor çünkü). ev daima savaş alanı gibi, topla allah topla bitmiyor. yemek yeme faslımız ise ömre bedel. şekil 1-A'da görüldüğü gibi "kendim yicem" diye tuturduğunda onu sadece banyo paklıyor. sonradan mutfağı toparlayabilmek ise tam bir çile. ya yemek yerken cebren eline geçirdiği herşeyi yere fırlatıp atması? onun için dünyanın en zevkli oyunu. alt komşularımızda herhalde peygamber sabrı var. ya da ağır işitme bozukluğu. çünkü ben şimdiye kadar çoktan "anlamam ulen ben çocuk mocuk kafa bu kafa!" diye kapıya dayanmıştım.
sonuçta ne oluyor? zombi gibi geziyorum. dün (pazartesi, yani haftanın en dinlenmiş olmam gereken günü) ne oldu, bütün gün kafamı zor tuttum, iki sayfa yazıyı okuyamadım, en sonunda erken çıkıp eve geldim. gayrisafi milli hasılaya zarar bu velet. üretkenlik yerlerde sürünüyor. bugünden ümitliyim. ne olursa olsun çalışıcam (fonda "eye of the tiger" çalsın, ben computer literate arkadaşlar gibi şarkı türkü linki veremicem şimdi bitkinim).

25 Şubat 2007

...

Bazen kaçıp gitmek istiyorum. İçimden hemen ayakkabıları giyip kapıdan fırlamak ve ne zaman istersem o zaman geri dönmek hissi yükseliyor. Sadece kendimle baş başa kalabileceğim, kendime ayırabileceğim bir zaman olabilsin istiyorum. Hiçbir şey yapmadan bir banka oturup mal mal denize bakmak, kulağımda bir müzik nereye gittiğimi, kaçta döneceğimi, biraz daha yürürsem kan şekerimin düşeceğini falan düşünmeden yürümek yürümek yürümek istiyorum. Yaklaşık on sene önce yapardım böyle şeyler. Uzun yürüyüşlere çıkar, kafam eskisinden daha dağınık olarak eve dönerdim yine de iyi gelirdi yürümek. Şimdi çıkıp gitsem de çıkıp gidemiyorum. Ne demek istediğimi de anlatamıyorum. Aslında anlatmak da istemiyorum. Kendimi izah etme kaygılarımın da çok gerilerde kaldığını görüyorum. Hiçbir şey o kadar da önemli değil. Artık bana keyif veren şeylerin ne olduğunu bile hatırlamıyorum sanki. Gözlerim kapalı dinleyebileceğim bir müzik, kafamı kaldırmadan açlığımı hatırlamadan okuduğum bir kitap ve kitabın sessizliğinde dalınan uykular, güneşli ılık bir havada yürümek, yüzmek, iyi bir film izlemek, sırf sohbet etmenin, gevezeliğin tadını çıkarabilmek için sıcak küçük bir bara gidip şarap içmek, lale dikme zamanında lale soğanları dikmek, saksıların toprağını değiştirmek... Kendimi o kadar boşverdim ki, şimdi cezasını çekiyorum galiba. Bu yazdıklarım bana zevk verirdi eskiden şimdi hadi git biraz dinlen deseler hiçbirini yapmayı seçmem galiba. Neyi seçerim , yerlerine birşey koydum mu-hayır. Arkamda sürekli taşıdığım ve dağ gibi büyüttüğüm bir yorgunluk var. Artık dinlensem de geçmiyor, öyle yapışkan ağır bir his halini aldı. Biriktirmemek lazımmış herhalde.

Aslında sadece biraz mola istiyorum. Bi durun n’olur ya, bana bir müddet izin verin.

22 Şubat 2007

iyi ki doğdun miniğim

bugün oğlumun ilk doğum günü. öğlen saat 12:26'da dünyaya geleli tam bir sene olmuş olacak. şu geçirdiğimiz bir sene bana hem çok uzun geldi, hem kısa, hem yorucuydu hem de hayatımın en güzel, en heyecanlı, en mutlu dönemiydi. o doğmadan önceki günlerde hiç kullanılmamış tertemiz minik çamaşırlarına, battaniyelerine, yatağına bakıp bakıp nasıl biri olacak acaba, bu eşyaları kullanmaya başlayınca bunların her biri ne kadar anlamlı hale gelecek diye düşünür dururdum. ondan bahsedeyim biraz, kendine has karakterinden... bir kere çok oyuncudur kendisi. sabahları uyanır uyanmaz ilk yaptığı şey odasından bize seslenmek: bab baaab! (gelin beni alın, neredesiniz ben uyandııım heeeey!). sonra bizim yatağa gelmek ve hemen yatağın üstünde asılı duran kocaman klimt tablosuna saldırmak (3 aylık olduğundan beri o tabloya hayran, bakıp bakıp gülüyor). yatakta çeşitli oyunlar oynadıktan sonra kahvaltı faslına geçiyoruz. damak tadı da oldukça gelişmiştir oğlumun, boyuna bakmayın. kahvaltıda biz ne yersek onlardan yer. peynir, zeytin, zeytin yağı, roka (inanılmaz değil mi, bizim yeşil bi takım şeyler çiğnediğimizi görür görmez ondan yemek istedi), ev yapımı ekmek favorisidir, eski kaşar, yumurtalı ekmek sonra bitki çayı.. yanında birisinin bardaktan herhangi bir şey içtiğini görmesin, hemen ister, daha 10 aylıkken bardaktan içmek istedi, suyunu, ıhlamurunu, diğer çaylarını.. bebek bardağından mecburen içiyor küçük bey. en sevdiği şey hep beraber pazar kahvaltısı yapmak. sonra da babasıyla alt alta üstüste oynamak. benimle kitap okumak (sonunda küçük kızın annesinin ona bir kedi aldığı kitaba bayılıyor, kızın kediye kavuştuğu sayfada hep gülüyor). favorileri kediler, köpekler ve cama konan kuşlar. evin her yeri kedi, köpek resimleri ve kitaplarıyla dolu. kediye tisss (pisi pisi), köpeğe vovvov, dışarıdan uçak geçtiğinde vuuuu, yemeklere memmem, babaya babbaa, oyuncak papağanına pa, balıklara ba, muza mu, ineğe mo (kısa ve netiz yani), kalorifere ve sıcak çaya çıss, arabalara ab, çoraba ap (nüansa dikkat) diyor. daha başka bir sürü ses ve hece çıkarıyor ve hepsiyle birşeyler demek istiyor. hemen hemen her talimatı anlıyor (onu bana ver, bunu al, babaya bak, kuşlara bak, dışarı çıkalım, koş yakalıycam seni). açıkhavadaki her etkinliğe bayılıyor; park, dışarıda yürüyüş, arabada gezme. saklambaç oynamayı, babasıyla benim tuvalet masamdaki deodoran, krem gibi ıvır zıvırları devirip kaçmayı çok seviyor, kahkahalarla gülüyor. doğduğundan beri banyo yapmaya ve suyla oynamaya bayılır bir de benim temiz oğlum. her gün banyo yaparız beraber, uyumadan önce, yazın da her gün bebek havuzunda oynama faslımız vardı. yiyeceklerden doktorunu şaşırtan şeyleri sever, mesela kereviz, pırasa, brokoli. bu aralar ıspanakta problem yaşıyoruz gerçi ama genel olarak çok sebzeci bir çocuk. makarna ve yoğurt en iştahsız olduğunda dahi asla hayır demediği iki şey. yemeklerini kendisi eliyle yemeyi sever (barbunyaları çerez gibi teker teker ağzına atışı görülmeye değer), birinin onu beslemesinden hoşlanmaz. sonra tarhana çorbasını sarımsaklı sever. balığı sadece çorbada yer. genel olarak kadınlara karşı çok sıcakkanlı erkeklere karşı seçici. uyurken müzik dinlemeyi seviyor, uzaktan kumandayla radyoyu açmayı öğrendi, "bir aslan miyav dedi" ve "biz tam yedi cüceyiz" şarkılarında çoook gülüyor. bir de Müzikli Alfabe albümündeki "L" harfi hemen moralini düzeltiyor (lololololo lokum, lokum yoksa ben yokum). anlat anlat bitiremiyorum. beni bıraksalar saatlerce ondan bahsedebilirim. sonu gelmez. hele onunla ilgili umutlarıma, hayallerime, onun için yapmak istediklerime başlasam duramam herhalde. aslında çok uzun bir liste değil onun için istediklerim. ne "ileride şu olsun bu olsun", "şu sporu yapsın, bu hobisi olsun" ne de başka bir şey. hayatından memnun olmasını ve iç dünyasının dengede olmasını isterim en çok. hayatın sevinçler, mutlu anlar, başarılar içerdiği kadar mutsuzluk, acı, yenilgiler barındırdığını da bilsin. bunların hepsinden tattığı halde yine de var olmaktan kendisi olmaktan hoşnut olsun isterim. annesinin bir tanesi. ah burnumun direği sızlamaya başladı ben gideyim. iyi ki doğdun.

16 Şubat 2007

eczanelere ne oldu böyle?

Eczacılara ne oldu böyle? Daha doğrusu eczanelerin fonksiyonunda bir değişiklik mi oldu? Dün mutena bir semtimizin işlek bir eczanesine gidip insülin almaya çalıştım. Eczanenin kapısından içeri girer girmez üzerime seğirten civciv sarısı saçlı ve yedi kat makyajlı “parfümerist” (böyle bir laf yok tabii ben icat ettim) kızları güç bela savuşturduktan sonra etraftaki krem, manikür seti, şampuan ve selülit hapı standlarını yararak ilerledim ve eczacıya benzer birini bulup reçetemi uzattım. Şimdi hepimiz dünyada milyarlarca Türkiye’de de milyonlarca diyabetik olduğunu biliyoruz. Yani kırk yılın bir başı karşılaşılan nadir bir hastalık değil bu, dolayısıyla insülin de öyle 365 günde bir kere satılan bir ilaç değil. Bugüne kadar hangi eczaneye gittiysem insülin reçetesi uzatınca adamların suratı karışıveriyor. “Ulen nerden bulacaz şimdi bunu?”dan “sigorta migorta şimdi uğraş dur anasını satayım”a pek çok ifade geçiyor yüzlerinden. Bu eczanede de durum farklı olmadı. Aslında ilaç ellerinde var, ancak nedense bulmaları pek zaman aldı. Bir tanesinden reçete edilen kutu adedi kadar almamış getirtmeleri gerektiği söylendi. Ne kadar sürer dediğimde de “2 saat falan” cevabını aldım ki içimden yükselen “OHA!” nidasını kibar bir insan olduğum için bastırdım ve geçmiş 4 senelik tecrübeme dayanarak saçmalamamalarını, ecza deposundan her hangi bir ilacın yarım saat içinde rahatlıkla getirtilebileceğini söyledim. Cevap olarak yüzüme mal mal bakıldı. Anladık çaresiziz. Her neyse, uzunca bir süre de sigorta şirketinden provizyon almak için cebelleştikten sonra insülinime kavuştum, tamı tamına 40 dakika harcadıktan sonra. Onlardan alışveriş merkezinde yarım saatlik bir işim olduğunu, yarım saatliğine insülüni buzdolabında bekletmelerini ve eve götürmem için de bir buz kaseti hazırlamalarını rica ettim. Yine geçmiş 4 senelik tecrübeme dayanarak söylüyorum ki zaten insülin satan herhangi bir ecza deposu veya eczane ilacı ayrıca bir uyarıya mahal vermeksizin buz kasediyle takdim eder. Yarım saat sonra ilacı almak üzere eczaneye uğradığımda insülini bir torbaya koyup verdiklerini gördüm buz kasetini tekrar rica ettim, o sırada anlaşıldı ki eczanede buz kaseti yok. Beni bir süre ikna etmeye çalıştılar “Eve gitmeniz ne kadar sürer ki? N’olcak ki?” falan diye ama baktılar domuz gibiyim, Starbucks’tan buz aldırtıp bir naylona sarıp bana ilacı öyle teslim ettiler. Orada geçirdiğim 40 dakika zarfında satışlar inanılmaz iyiydi. İkisi de bir örnek çizmenin içine sokulan kot pantolon giymiş sarışın anne-kıza selülüt korsesi, cildi sivilceli başka bir hanıma 479 YTL’lik bir krem (ki eczacı hanım bizzat Los Angeles’ta bu markanın eğitimini almış, uzun uzun anlattı), başka bir hanıma sampuan, başka birine bilmem ne kremi satıldı. İlaç veya sağlık malzemesi nevinden bir kişiye yara bandı satıldığını gördüm şimdi yalan olmasın. Düşünüyorum da diyelim bir hipoglisemi krizine girdim, normalde bütün el kitaplarında en yakın eczaneye gidip glikoz iğnesi yaptırmak gerektiği yazar. Ben bu eczanelerin hangi birinde ne iğnesi yaptırabilirim ki? Şekeri veya tansiyonu düşmüş, ateşi çıkmış, bir yeri kesilmiş pansumana ihtiyacı olan birinin suratına da aynı mal ifadeyle boş boş bakacaklarına kalıbımı basarım. Ama saçınız mı dökülüyor, gözaltı kırışıklığınız mı var, en pahalı selülit kremi hangisi merak mı ediyorsunuz? Hizmet kalitesi süper.

07 Şubat 2007

misafircilik

Geçen hafta sonu çok bayılırmışım gibi misafirliklerle geçti. Aslında ben bu konuda çelişkili bir tipim. Mesela sevdiğim arkadaşlarım her gün bize gelsin, kah kah kih kih gülelim, geyik yapalım, yemek yiyelim, çay kahve içelim isterim. ama azıcık kıllandığım birini misafir edeceksek hayat bana zindan olur. Topu topu bir saat sürecek bir ziyaret veya basit bir akşam yemeğidir eninde sonunda, ama bütün günüm kasvetli geçer nedense. İşte geçen hafta sonu biri bizim ağırladığımız diğeri de nezaketen gitmek zorunda olduğumuz iki adet misafirlik vakası bu postun konusunu oluşturmaktadır. Bize gelenler aslında kuzen sayılırız, iki kardeş ve çocukları, senelerdir görüşülememiş, bir vesile olmuş, ufaklığı da görmek istemişler, buyurdular. Sadece bir saat uğrayacaklardı, telefonda bana "biz akşam da yemeğe gideceğiz aman fazla bişey yapma" dendi. Fazla bişey? Haa bişey yapılır di mi misafire (yuh yabani) onu da fazla yapmıycakmışım? Napcam ben ya hiç anlamam börek kek bilmem ne, bizim evde malum hiç olmuyor, napsam ki? bir tarif kitabından süper sağlıklı tam buğday unundan pekmezli falan bir kurabiye yaptım çay kahve ile yenir işte bi de börek mi açıcam dedim, sonra gelmelerine bir saat kala gözüme az göründü (ya da şu "fazla bişey" lafındaki "bişeyler yap, yani birden fazla çeşit olsun ama çok abartma" şeklindeki gizli ültimatom beni rahatsız etti) bir de çavdar unuyla çubuk kraker yaptım. bu elin ayağın birbirine dolaşması hali beni sinir etti. Noluyosa.. Sonra eve gelir gelmez bir şekilde bu evde kaça oturduğumuz sorgulandı. Ben insanlara aldıkları şeylerin, oturdukları evlerin veya maaşlarının direk sorulmasından acayip rahatsız olurum. Yani sana ne ki? Napıcan? Sana ne diye söyliyim böyle bişeyi? Bu veriden yola çıkıp nasıl bir sonuca ulaşmak istiyorsun ki bunu sorguluyorsun? Başa dönecek olursak; kısaca sana ne işte? Neyse cumartesi günkü kafileyi tatsız kurabiyelerimle cezalandırdıktan sonra pazar günü biz bir yere gittik. Bu seferde odada ne kadar insan varsa oğlanı şapır şupur öpmeye kalktı. Cinlerim tepeme çıkıyor bu bebek bulunca hemen yanağına öpücüğü kondurma işine. Öpme kardeşim ya benim çocuğumu, ne biliyim ben kim bilir ne virüsü var sende, ne öpüyosun hem o bakalım edilgen bir şekilde öpülmekten hoşlanıyor mu? Sevimli olmaya (nedense) oldukça gayret göstererek ahaliyi uyardım, yine tipin teki olarak kategorize edildim eminim ama pişman değilim. Ha bir de ev sahibesinin hazırladığı "ikramları" görgüsüzlük addedilmezse ibreti alem için saymak istiyorum: mercimek köfte, üç çeşit içle hazırlanmış börek, makarna salatası, patates salatası, kek, aşure, fındıklı kurabiye ve bir çeşit tatlı bi şey daha (aklım hafsalam almadı yani, artık sonlara doğru gözüm kararmış hatırlamıyorum). Utanç içerisindeyim velhasıl.

18 Ocak 2007

muhasebe

insan geçirdiği yılın muhasebesinin ne zaman yapar? bazen yılbaşlarında, bazen tatile çıktığında, bazen uyku tutmadığında pencereden dışarıyı seyrederken... ben düzenli olarak her sene şu lanet vergi iadesi fişlerini yazma zamanında genel bir bilanço çıkarırım. bütün yapılan harcamaları hatırlarım (nasıl bir sapıklıksa bu artık). Gezdiğimiz yerleri, yemek yediğimiz restoranları, kavgalarımızı, eti kötü çıkan kasabı, savurganlıklarımı, güzel anıları olan kıyafetleri, hepsini tek tek hatırlarım. Bu seneki muhasebem pek dokunaklı oldu. Neler neler çıkmadı ki fiş kutusundan; doğumdan iki gün önce en son muayeneme giderken sezaryen olacağım için hayalkırıklığı ve doğuracağım için heyecan içinde oğlum için son alışverişi yapmıştım; içi kumaş kaplı hasır bir sepet, işte onun faturası çıktı mesela. sonra babasıyla ona doğmadan önce aldığımız yeşil oyuncak papağanın fişi, ailecek çıktığımız ilk yolculukta feribotta yediğimiz sandviçlerin fişi, evde yalnız olduğum bir Cumartesi günü oğlumu ana kucağından yere düşürdüğüm için apar topar acile götürüp çektirdiğim kafa ultrasonunun faturası, daha neler neler...
öyle işte. fişten faturadan hislenmek de bana has bi tuhaflık herhalde...

11 Ocak 2007

8 saat kesintisiz uyku kaybettiğinizde kıymeti anlaşılan harika bi şeydir

işten güçten galiba, bi ruhsuzluk bi uyuzluk sardı beni ne zamandır. yazasım yok. upuzun bir tatil yaptık ve çok yorulduk. evden bir yere kımıldamayınca 10 aylık bir canavarla dur durak bilmeden çalışmak zorunda kaldık. tipik bir tatil gününün özeti: uyandı, kahvaltı yapalım, mutfağı ve ortalığı temizle, oyna, uykusu geldi uyut, uyandı, meyve saati, parka gidelim, acıktı öğle yemeği hazırla, yedir, oyna, uykusu geldi, uyut, uyumuyor, yine dene, uyudu bi gazete okuyim bari, akşam ne yiycez yav, uyandı, ben yemek yaparken sen oyala, oyna oyna, yoğurt yiyelim, yorulmuyo arkadaş ne yediriyoruz biz buna, akşam yemeği yesin, yemiyor, iyi banyo yapalım o zaman, banyo, uyku saati, yine uyumuyor ama çok uykusu var, hah uyudu yemek yiyelim, bulaşık makinesini kim yerleştirecek, çay mı içsek, of boşver ya, film var mı, kanepe, zzzz...
çocuk doğduğunda önce "hele ilk kırk gün bi geçsin her şey güzel olacak" yalanı atılır. nekahat dönemindeki yeni anneyi rahatlatmak lazım tabii, pembe yalan diyelim buna. kırk gün boyunca sürekli melek gibi uyuyan yavrunun feci gaz sancıları başlamıştır. sonra ilk üç ay bitsin her şey güzel olacak derler. ilk üç ay geçer. uyku ve emme düzensizliği tavana vurmuştur. ilk altı ay bitsin katı gıdaya başlasın mışıl mışıl uyuyacak derler. altı ay biter. değişen şeyler olmuştur tabii ama düzen nerede düzen? uykuya dalma nasıl öğretiliyor, sabaha kadar yüz kere uyanmayı ne zaman bırakacak, dişler kaşınıyor biteviye... artık yeni bir hedef vardır annenin önünde: 9 ay. 9. ay biter, iki-üç diş çıkmıştır ancak esaslı dişler sona kalmış meğer, bitmez diş çıkarma semptomları bir türlü, üstelik bu gece uyanmaları neden azalmıyor yav? "e, bir yaşını geçsin bi canım, sonra düzeliyo". artık yemezler. biliyorum. bir yaşından sonra da 1.5 yaşına bi gelsin diycekler, sonra 2 yaş buhranları başlayacak, sonra 3 yaş kreş mreş uyum süreci, sonra okul sonra da ergenlik geldi işte. bittik biz. evlenip çoluğa çocuğa karışsa da bi uyusak.