15 Ocak 2008

ses veriyorum: doooooo

tam tamına 3 aydır uğramamışım bu bloga. rezalet. tiz alına bu kendini bilmezin elinden blog. bugün boş vaktim olduğundan değil de işte çalakalem bir şeyler yazasım geldi.

haftada beş gün çalışmaya başladım 1 Aralıktan bu yana. ev ve alışveriş düzeninde ipin ucu kaçtı, kendime ayırabildiğim zamanlar (yağ değişimi, balatalar, periyodik bakım işte) öğle tatillerine sıkıştı. bu aralar ofisimizde bir renovsyon çalışması olduğu için ofisteki misler gibi iki kişilik odamdan ve sessiz sakin oda arkadaşımdan ayrıldım, kocaman bir toplantı odasında bir masanın etrafında 8-10 adet başı kalabalık insan hep beraber çalışıyoruz. sağ yanımda oturan hatun kişinin ses tonu korkunç. ve bütün gün telefonla konuşuyor. bu konuşmaların yarısı falan işle ilgili de kalan yarısı sırasıyla büyük kızı (5 yaşında), küçük kızı (2.5 yaşında), bakıcısı, annesi, kız kardeşi ve bilimum arkadaşıyla gerçekleşiyor. telefon konuşmalarına ilaveten bu hatun kişinin yanına gün içinde yüz kere beraber çalıştığı ekipten birileri gelip gidiyor, benim masama da dayanarak muhtelif işlerini tartışıyorlar. masanın karşı tarafında başka bir hatun kişi var. bunun da ses tonu evlere şenlik. sürekli telefonda. yaptıkları iş maksatlı telefon görüşmeleri olsa da allahım çok bağırarak konuşuyor! yanımda oturan er kişi bazen motivasyonunu kaybediyor. ve komiklik olsun diye masanın ta en ucunda oturan arkadaşına top atıyor. bildiğimiz minik lastik bir top. gülüşülüyor falan. başka bir hatun kişinin akşama kadar "conference call" (en havalısından) yapması gerekiyor, mikrofondan dinliyoruz. odanın bir diğer ucunda dört adet sekreter arkadaş oturuyor. telefonları daima çalıyor. ara sıra güvenlikten birileri giriyor odaya, bellerindeki telsiz mi artık walkie talkie mi bilemeyeceğim "cazır cuzur kıh kıh alo merkez"vari sesler çıkararak. geçen gün gözüm dönmüş. yurt dışı şube zararlarının Türkiye'deki mali kardan mahsup edilebilme şartları ve bu şartlar gerçekleşmediği takdirde indirim konusu yapılacak tutarların tespiti gibi bir konuda verilmiş bir Bakanlık görüşünün bir cümlesini tam beş kere okudum. anlamadım. normalde anlarım. yok algılayamıyorum mümkün değil. eeeeh dedim. bari telsizi kapatın! adım çıktı sanırım. asabi insan olarak. peh. umrumdaydı.



oğluşum 24 aylık olmak üzere, 2 yaştan sonra bu ay hesabını kapatmayı düşünüyorum. 2 diycem uzun bir süre. kendisi terrible two triplerini deniyor bu ara. kafamız evde de kazan gibi yani. bu aralar yumurta-tavuk ve inek-süt ilişkisini çözdü, her süt içişinde veya ymurta yiyişinde inek teyze ve tavuk teyzeye teşekkür ediyor. babasında da teşekkür ediyor her fırsatta, sırf teşekkür etmek için su istiyor mesela. yasemin yazmış geçenlerde, bizde de televizyon tutkusu başladı malesef. 21 aylık olana kadar televizyon açılmadı onun yanında. hala açılmıyor da, sadece günde yarım saat falan baby tv seyrediyor. yarım saat aslında 10 dakikayla başladı. sonra 15-20 dakika oldu. hala az seyrettirmeye çalışıyorum ama ne mümkün. ben akşamları eve girer girmez koltuğa kurulup televizyonu açtırıyor, açtırmak için yalvarıyor daha doğrusu (en nazlı ses tonuyla "annecim nüffen biyazcık bebiti seyedebili miyim?" deniyor, manipülasyon, başka bişey değil). bu saati nasıl sabit tutacağım merak ediyorum, onu vazgeçirmek gittikçe zorlaşmaya başladı. ama en azından kitapları da seviyor. geçen gün kötü hava nedeniyle eve tıkıldık kaldık. alışverriş merkezine gitme fikrinden hoşlanmıyoruz, e napalım derken amaçsızca yürüyüşe çıktık. bir baktık kocaman bir kitapçı, üst katında masa ve sandalyelerin de olduğu çocuk bölümü de var. giriş o giriş. veledi tutabilene aşk olsun. kitapları sevdiğini biliyorduk ama oyuncakçıya gitseydi bu kadar mutlu olmazdı herhalde. raflardaki kitapların hepsine tek tek baktı, satış görevlisi ablaya neyi beğendiğini ve kendisinde olan kitapları belirtti, ertesi gün teyzesine göstermek ve onunla okumak istediği bir kitap buldu ("bunu şüeda'ya gösteyelim yayın"), kısacası çok iyi vakit geçirdi. ama çocuk haklı. kitaplar gerçekten çok güzel. benim favorilerim var aralarında (yine yasemin'in sitesinde pek çoğu var), okumaktan zevk alıyorum. dün Kabalcı'dan Küçük Prens'le Şişkolarla Sıskalar kitaplarını aldım. Aslında niyetim İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar'ını almaktı ama elbette öncelikle çocuk bölümüne uğradım. Bu aralar ufaklığa epey fazla kitap aldığım için ona birşey almamaya kararlıydım ama bağımlının kendine sebepler yaratması gibi yeni bir kitap alma kategorileri icat ettim : "mutlaka okusun istediğim kitaplardan ya ileride baskı bulamazsam düşüncesiyle şimdiden alınacaklar" ve "şimdi okuyamasa da benim okuyup ona masal gibi anlatabileceğim kitaplar". mesela Küçük Prens ikinci kategoride. evet üzerime gülebilirsiniz, serbest. ben gülüyorum (tahnim edebileceğiniz gibi öğle tatilim bitti vaktim kalmadığı için kendime kitap bakamadım).

işyerindeki genel durumlar nedeniyle canım sıkkın bu aralar. aslında canımı sıkkın değil de yıldım. arkadaş kategorisindeki istisnasız herkesin değişen ölçülerdeki ikiyüzlülük ve riyalarından pek sıkıldım artık. çözemiyorum ben işyerinden iki kişi bir araya gelince ortamda olmayan herhangi bir üçüncü işinin dedikodusunu yapmanın dayanılmaz cazibesini. beraberce kıl olunan illa ki çekiştirilecek tipler vardır tamam yani o kadar "evil" olabilir herkes gerçekçi olmak lazım. ama birlikte yemek yediğin her adamın kendi ajandasına göre arkasından konuşulacak birini bulmak da ruh hastalığı artık ya. Kahve içme alışkanlığı gibi birşey olmuş bu. A ile C takılırken B'nin C'ye dedikodusu yapılır ama A B ile beraberken C'yi de büyük bir rahatlıkla B'ye çekiştirir. enerji sarfiyatı. aman ya. bu iş hayatı amma çok yer işgal ediyor hayatta. bu meşguliyet nedeniyle pireler deve kadar oluyor. zamanın önemli bir yüzdesini dolduruyor diye milyon tane tırıvırı iş ve insan öncelikler sıralamasına giriveriyor. çok sıkıcı.

böyleyken böyle işte.