30 Ekim 2006

Orhan kuzuları iyi otlat

Bunu yazmalıyım. Tatilin en eğlenceli anlarını Doğan Canku'nun çocuklara alfabeyi öğretmeyi eğlenceli hale getirmek için çıkardığı albümle (ABC Müzikli Alfabe) yaşadık. Albümde 29 adet parça var, her biri bir harfi tanıtıyor. Sözcük seçimleri, değişik müzik tarzlarını bir araya getirmesi (caz, pop ne ararsan var) o kadar başarılı ki, çocuklar sever mi bilmem ama ben bayıldım. Hepsi bir yana, albümü bizim Top 10 listemize sokan esas şey şarkı sözleri. Her harf için çok esprili ve komik sözler yazmışlar ama O harfinde bittik biz. "Okul, otomobil, oğlak..Orhan kuzuları iyi otlat" diye bir bölüm var ki... Arabada çocuklar yok, 4 yetişkin kıkır kıkır bunu söyleyerek gülüyoruz.
Ha bizim ufaklık daha sadece ba ve ma diyebiliyor ama ne gam. Ben bi tek annesi manyak diye düşünüyodum ama teyzesinin de manyak olduğu geçenlerde "bulmuşken alayım" diye gidip Kumkurdu serisini almasından belli oldu.

sarı yeşil

Döndük. Hangi birinden başlasam acaba? İki bebekli ailenin trajikomik uzun yol hikayelerini mi (çorba yedi, yemedi, meyve yedi, ıslak mendiiil, kaşığı attı, oyuncağı, bezi, bilmem nesi offf-ikinci çocukta rahatlanıyor di mi?), Susurluk'ta Ulusoy'un kurduğu Amerikan tarzı kocaman tesis cumhuriyetini mi (Türklerde de abartmanın sınırı yok ama uzun yolda Starbucks iyi bişeymiş, sanki anamızın karnından kahve zincirleriyle doğduk), Balıkesir'den sonra değişiveren iklimin yumuşaklığını, bitki örtüsünün ton zenginliğini mi, Havran'da başlayan sarı-yeşil tabelaları görünce çocuk gibi sevinmemizi mi... Gidiş yolu neşeliydi tatil daha da neşeli.. Mangalı yak, balıkları asma yaprağına sar, oğlanı uyut, domatesler nasıl da kırmızı, biber bahçeden, bu zeytinyağı ne güzel, aa bulut geldi denizin rengine bak, Midilli ne tarafta, bahçede mi uyusak balkonda mı, hadi veletler uyandı dağa çıkalım, adaçayı içelim, biz ne zaman emekli olup buraya yerleşicez, uzayıp gider.
Güney beldelerimizdeki metrekareye düşen hırt sayısı Altınoluk civarında pek düşük. Esnaf her ne kadar bayramda biz de yolumuzu bulalım mantığını öğrenmişse de daha o kadar olmamışlar, yani Bodrum falan yanında gözyaşları içinde kalır. Bugüne dek her gidişimizde burada yaşamak ne güzel olurdu demeden ayrıldığım olmadı, fakat ilk defa bu gidişimizde farkettim ki aslında orası da küçük bir kasaba işte ve genç olsam, yani üniversitede falan, cennet dahi olsa sığamazdım herhalde. Kendimi liseden mezun olmak üzere, hayatında ne yapacağına karar vermeye çalışan birinin yerine koydum iskelenin oradaki çay bahçesinde otururken, gelen geçene baktım, oradan ilk fırsatta kaçmak isteyebileceğimi hissettim ilk defa. Ne diye oturup böyle tuhaf şeyler düşündüm bilmiyorum. Yalnız şöyle bir enstantane ile karşılaştık onu anlatmadan geçemeyeceğim, Şahinderesi'nin denize aktığı yerde, denizden 250 metre falan içeride dere kıyısında yüksek ağaçların gölgelediği çakıl taşlı düzlük bir alan var. Oradan arabayla geçerken gördüğümüz kazları oğluma gösterelim diye durduk. Derenin karşı kıyısında su kenarına taşların üzerine bağdaş kurmuş iki liseli açmışlar kitaplarını, başları ellerinin arasında, yaprak hışırtıları ve kazların sesi eşliğinde arada durup berrak suya dalıp giderek okuyorlar, sakin sakin konuşuyorlar, takılıyorlardı işte. Belki onlar da kaçıp gitmek, herkesin herkesi tanıdığı küçük şehirden kurtulup, büyük şehirde kaybolmak istiyorlardı, ama ben onları kıskandım bir an için, daha doğrusu yaşadıkları o an için. Genç olmak zaten huzursuz birşey çünkü, huzur mekanları sanki daha kıymetli gençken.
Sonra döndük işte, feribottan in, ise gir, ertesi gün yağmur karanlık. Allahtan biraz domates falan getirdik.

17 Ekim 2006

aldı beni bi heyecan


neler yapıyorum günlerdir? işe gidip geliyorum, hafızasını kaybetmiş ancak karmaşık becerilerini sırası geldikçe hatırlayıveren biri gibi nasıl çalıştığımı hatırlıyorum. perşembe cuma evdeydim çok güzel geçti. oğlumla oynadım, işle ilgili bir iki e-mail'e cevap verdim içimi rahatlattım, markete gittim falan. haftasonu da "o alınacak bu alınacak" telaşıyla jet hızıyla geçti. koca çok yorgun, geçen hafta iki gün St Petersburg iki gün de Moskova'daydı (iş tabii) bu sabah bir geceliğine yine gitti gelince bir geceliğine-bu sefer yurtiçi allahtan- yine gidecek, oğlum babasını ancak Cuma görebilecek, ben zaten iki çift laf etmeye hasret kaldım onunla. Dün gece yorgunluktan 9:30'da uyuyakaldı. Ama sonra bir aksilik çıkmazsa Cumartesi Altınoluk'a gidiyoruz-yuppi!. Tabii benim hayattaki en ufak değişiklikte ortaya çıkan obsesif kompulsif (obs-komps) Mr Hyde yanım yine ortaya çıktı, kafamın içinde kımıl kımıl bin tane liste var : gitmeden alınacaklar, yanımıza alınacaklar, oğlanın şusu busu, yıkanacaklar ütülenecekler, yolculuk sabahı hazır edilecekler, falanlar filanlar. ben her yolculuk öncesi böyle bi gerilirim daha gitmeden yorulurum ama babaannenin ev yapımı cevizli ekmeğini, ben yiyemesem de tadına baktığım muhteşem sütlacını, tertemiz havayı çok özledim. Bir de buranın bahçesini. bir de adatepe'de çınarın altına oturup arka arkaya 10 tane adaçayı içmeyi (zehirlenicem bi gün adaçayından). Bir de zeytinli'den gözümüz dönüp zeytin, sepet peyniri, zeytinyağı, sabun falan almayı. Bir deee yeşilyurt köyünde meydandaki kahvede basit ama çook lezzetli kahvaltıyı. Ve dağlarda yürümeyi, taze kekik, sarı kantaron, papatyalar falan görünce çocuk gibi sevinmeyi.. Off çok özlemişim ya. Gel cumartesi gel.
Bir de altınoluk'tan eski bir fotoğraf... Üzerinde tarih falan var şık değil belki ama ellerimle çekmiştim. Sakin bir sonbahar sabahıydı. Ne güzeldi.

12 Ekim 2006

mormonları sevelim koruyalım

dün bu tip lüzumsuz bilgilere en az benim kadar meraklı bir arkadaşım bahsetti. Amerika'da bir şirkette yöneticiler mormon tarikatındanmış ve bütün kadın çalışanlara home office çalışma esnekliği tanıyorlarmış. ilahi mormon amcalar, seviyorum sizi!

10 Ekim 2006

talih dönmesi

bi mucize oldu. çok mutluyum (şimdilik). perşembe cuma oğlumlayım artık, bir süreliğine. zaten dün onu ilk defa bıraktım, uzun zamandır üzerinde çalıştığı emekleme projesini gerçekleştirmiş meğer evden çıkmamı bekliyormuş. tam da evde olmadığım zamana denk geldi, içime oturmuştu.
heyhat, bunun daha yürümesi var, konuşması var, var oğlu var, hepsi kaçacak alışmak lazım...

09 Ekim 2006

office space

İşe başladım bugün. İkiye bölünmüş bir akılla 7.5 ay boyunca çıkmış onlarca kanun ve tebliği nasıl çalışacağımı, ilk olarak hangi müşterilere toplantı ayarlamam gerektiğini düşündüm ve 2006 sonu gelmeden tamamlanması gereken projeler birden üstüme üstüme geldi. Sabah çıkardığım "to-do list" yani nasıl desem olacak gibi değil. Aslında bu işler biter de başlamaya heves lazım. İş kıyafeti giymek tuhaf geldi, topuklu ayakkabı kumaş pantolon falan, "smart casual" işini de (ki zor bişeydir iyi giyinmek bu kodda) zaten beceremeyen biri olarak özlememişim. Spor ayakkabılarım ve kotumu isterim. Sonra herkes aynı, kimse değişmemiş oysa ben ne çok değiştim. Bir de bana akşama kadar aynı ofiste oturup çalışmak çok verimsiz gelmeye başladı, ohooo ben bu kadar zamanda neler neler yaparım: oğlumu Yıldız parkına götürürüm, yemekler yaparım, oyunlar oynarız, kitap okuruz, evi toplarım, oğlum uyursa birşeyler okurum, günlük internet tavafımı tamamlarım. Şimdi böyle yazdım diye bizim iş lay lay bir mekan zannedilmesin. Herkes öyle bilgisayarına ve işine gömülü ki bana şu an burası uzay gibi geliyor, o kadar yabancılaşmış hissediyorum kendimi. Ve de işyerinin bilgi işlem kaynaklarıyla blog yazıyorum, cidden ayıp. Zaten bu post'tan bişi çıkmaz. Arayı açmiyim dedim, ilhamım tıkandı yoksa...
Bir de akşam trafiğini çekeyim içime bir nefeste, ooh miss...

04 Ekim 2006

geri sayım

erkek egemen ülkenin erkek egemen (yani düşünce olarak, sayı olarak değil) bi şirketinden ne kadar havalı olursa olsun ne bekliyordum? bebeğimi de ihmal etmeden sadece daha az bir vakit ayırarak da çalışılabileceğini falan ummuştum. oysa cevap "ne gerek var? çocuk büyür bi şekilde" oldu. açıkçası reddedilmeyi bekliyordum da daha sofistike bi cevap bekliyordum. hani o bizim işe alım günlerinde falan bahsetmeyi pek sevdiğimiz "flexible", "work life balance gözeten" şirketimize n'oldu? üst düzey yönetimde kadın anlayışı eksikliği bu kim ne derse desin. yani ingilizce konuşmakla (daha doğrusu artık türkçe konuşamamakla) ingiliz olunmuyor ağalar, anlayış meselesi.
hüzünlü bir geri sayım başladı benim için. haftaya pazartesi iş başı. 7 aydır en fazla 2-3 saat ayrıldığım oğlumdan sabah ayrılıp onu ancak akşam karanlık çöktükten sonra görebileceğimi düşündükçe içim buruluyor. akşamları kucağımda uyuturken uykuya dalıverdiği o büyülü anda kokusunu içime çekip gözyaşlarımı da tutmuyorum bir süredir, görmüyor nasılsa. işte benim yerim burası diyor yüzü, annemin yanı...
hiç özlemedim çalışmayı, evet ne var bunda. budalası değilim o hırsın, ikiyüzlülüklerin, tahammül sınırlarında gezinen günlerin. hep aynı saçmalıkların konuşulduğu öğle yemeklerinin, bir dirhem bile ilerlemeyen anlayışların. hayretle karşılanıyor eminim iş arkadaşlarım tarafından bu tavrım, bir deneyin demek istiyorum onlara, bir deneyin bakalım bu hırsı hayatın odağından çıkarmayı, ne kadar güzelleşiveriyor dünya birden. bizim şirkette bu kadar uzun bir izin kullanan tarihte ilk kadın benim herhalde, buna rağmen doyamadım oğluma. epeyce birikmiş yıllık iznim vardı, hamileyim diye kıramadılar herhalde beni. pek çok kadın evde yorulduğu ve sıkıldığı için işi özleyerek dönüyor bizde. üstelik kimse de benim gibi kendi başına bakmıyor çocuğuna.
kendi başına bakmak... aslında hedeflediğim 3-4 ay bu şekilde götürüp sonrasında bir yardımcı bulmaktı. bulduk da. ancak çeşitli talihsiz olaylar sonucu kısa bir süre içinde bakıcısız kaldık. biz de idare ettik bunca zaman, en sonunda geçen hafta yeni birini bulduk. bakıcı bulmak konusu apayrı bir trajikomik olaylar silsilesi, bi gün enerjim yeterse yazarım. oğluma kendim bakarken hayatımda hiçbir dönem fiziksel ve ruhsal olarak bu kadar yorulmamıştım. ama yine de hala başka bir kadının bütün gün oğlumla oynayıp vakit geçirmesindense kendim bakarım. ev işleri için biri olsa fena olmaz tabii, yalan söylemeyeyim.
gelecek hafta ikimiz için de çok zor geçeceğe benziyor. süt sağabilecek miyim (tabii ki ofiste bunun için düşünülmüş bi ortam yok), uyuyacak mı ben olmadan, huysuzlanacak mı, onu bırakıp gittim mi zannedecek, akşam geldiğimde artık çok yorulmuş olacak, uzayıp gidiyor endişelerimin listesi. ben de gittiği iş seyahatlerinden fantastik oyuncaklar taşıyınca çocuğuyla "kaliteli zaman" geçirdiğini sanan o beyaz yakalı kadınlardan mı olacağım? kabus gibi.
kim bilir kaç milyon kadın geçmiştir buralardan. ilk benim mi başıma geliyor yani. herşeyi bir felakete dönüştürmekte de üstüme yoktur.