29 Eylül 2010

napiyim ben iki çocukluyum



6 ayda bir yazıyorum o yüzden de anlatacak çok fazla şey oluyor. ama bu aralar her şeye cevabım "napiyim ben iki çocukluyum".
Kızım 7 aylık oldu. Nasıl hareketli, nasıl boyundan büyük şeyler yapmaya bayılan bir tip anlatamam. Yürümek istiyor küçük hanım daha emekleyemiyoruz bile, sürünme fena değil. “gee gee gee” (muhtemelen gel gel), eggge eggge egggge (abisine “efe” demeye çalışıyor), ve de baabbbbaaa diyor (görüldüğü gibi bir anne demiyor). Bir de acayip tatlı cilveli sevimli gülmeler, cıvıltılar, istediğini pek güzel yaptırmalar. Uyandığında bizim yatağa gelip babasını yüzünü avuçlayarak uyandırmalar. İki de diş çıkarıverdi, daha 5 aylıkken arka arkaya. Üçüncü de yolda.
Katı gıdalara başladık ama bu dişler kızımı perişan etti. Ne uyku bıraktı ne iştah. Anne sütünü cok cok içiyor ama kabaklı çorbaya pek iltifat eden yok. Yoğurt desen, surat ekşite ekşite lütfen iki kaşık, sonra ı-ıh. Velhasıl çocukların damak tatlarının ha bire değişmesine güveniyorum, yani umuyorum ki değişir de bir şeyler sever, yoksa hep sütle nereye kadar?


Abinin durumlarda çok büyük aşamalar kaydettik. Kendi kaydetti aslında, ben her zamanki gibi o büyürken, gelişirken seyrettim, bazen etkilemeye çalıştım ama başaramadım, yolunu kendi buldu. Kardeşi ona türlü sevimlilikler yapmaya başlayınca, belki bizim de "hayatın normali artık bu" mesajını tutarlı bir şekilde vermemiz nedeniyle artık hırçınlıklar çok büyük ölçüde azaldı. Arada sırada ilgi dağılımında adaletsizlik oluyor tabii, zaten adil olamadı pek denizkızı geldiğinden beri. O zamanlar dikkatimizi çekmek için yaramazlıklar yapıyor, ama çoğu zaman ondan beklemediğim kadar tahammüllü. Mesela babası akşam geç geliyor ben de işten döndüğümde kızı yıkayıp uyutmak zorunda kalıyorum, zira bütün gün beni beklemiş oluyor, bu bazen 15-20 dakikada bitiyor, bazen de bir saat sürüyor. Bakıcı çıkmış oluyor bu sırada tabii. o yüzen oğluşum da kendi kendine odasında vakit geçiriyor. ilk zamanlar o yalnız bırakıldı diye ortalığı yıkardı türlü huysuzluklarla. yavaştan 5 yaşa doğru gidiyoruz, bu onun güzelliği mi acaba?


Bu arada ben de işe başladım, her güzel şeyin bir sonu var tabii.. Ama biraz ücretsiz izin aldım, haftada 3 gün çalışıyorum. Perşembe Cuma evdeyim, kızımla oynaşıp duruyoruz.


Yasemin'in bebeğine çok sevindim. İnsan minik bebeği çok özlüyor. 3. çocuğu kesinlikle yapamam ama oğlanın da kızın da yenidoğan hallerini öyle özlüyorum ki... Bu günler zor, ama çok da güzel. Karışık işte.

10 Haziran 2010

çocuktan evvel ne yapardık 24 saatle?

Bazen kendimi dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum. İkisine birden baktıkça, geceleri biri beşiğinde diğer ranzanın üstünde derin ve masum uyurken üstlerini örtüp birer öpücük çaldığımda, kalbim sıkışıyor sevinçten. Bazen de kendimi öylesine çaresiz ve bitmiş hissediyorum. Mesela baba şehir dışındayken biz üçümüz evde yalnızken sabaha karşı saat dörtte ikisinin de aynı anda uyanacağı tutuyor. Biri içeriden “anneee, korktuuum, geeel” diye inliyor diğerinin süt saati gelmiş bekleyemez. Bu tablo ufaklıklardan biri veya ikisi hasta olduğunda daha trajik oluyor tabii, bu hafif versiyonu. Veya bir Pazar günü, gün şöyle ilerliyor: sabahın köründe seri bir şekilde kalk, kahvaltı kur-topla, besle-uyut, ortalık topla, uyandı, veletleri gezdir oynat, öğle yemeği hazırla, softa kur, kaldır, uyut, uyumadı, gezdir, bir daha uyut, büyük muhakkak bir olay çıkarsın onun sinir bozukluğuyla uğraş, gazetelerin başlıklarına ayakta bak, evde tamir edilmesi gereken şeyleri yetmişinci kere kocaya hatırlat ve bunun akabinde hırlaş, her iki taraf da haklı olduğu için hırlaşma büyütülmesin kendi kendine sus otur, sonra bir bakmışsın aa saat 5:30 olmuş akşama yemeğe bir şey yok, herkesin sebze yemesi lazım, ama benim bacaklarım sızladı kanepeye yatıp gazete okumak istiyorum, aman ya bugün de dışarıdan söyleyelim, kızı yıka yatır, yemek faslı sonra oğlanı yıka yatır, kanepeye otur ve sız.

Bak bu kadar okullar okudun, iş güç sahibisin, dışarından bakan da seni bir adam sanır hala bir mikrodalga fırının, buzlukta her daim hazır köftelerin, soyulmuş doğranmış soğanların, ayıklanmış bekleyen sebzelerin yok. “Organization For Dummies” okumalısın.

Neyse ikinci çocuğun kolay gelmesinin sebeplerinden biri de büyüdüklerinde bunların biteceğini (yerine yenilerinin başlayacağını) bilmek. Fiziksel yorgunluğa dayanabiliyorum da eşimle beraber yaptığımız hiçbir şeyi yapamıyoruz artık ona bir çare bulamıyorum. Sinema, konser gibi aktivitelerimiz zaten birinci de bitmişti, arada cumartesileri gündüz oğlanı bakıcısına bırakıp motora binerdik veya birlikte bir yerlere giderdik, artık o da yok. Ah ne babaanne ne de anneanne bu şehirde yaşıyor, yoksa birini birine diğerini ötekine satıp şöyle motora binip sırf gitmek için gidesim var. Geçenlerde konuşuyorduk, bana hatırlaması bile tatil gibi geldi, çocuklardan önce neler yapıyorduk biz KOSKOCA 2 GÜNLÜK hafta sonuyla? Hafta içi akşamlarını zaten saymıyorum. Keşke daha çok şey yapsaymışız, keşke Paris’e evlendiğimiz ilk sene gitseymişiz, keşke ben motor ehliyetini daha önce alsaymışım, keşke festivalde daha çok film görseymişiz. Oğlan iki yaşından küçüktü galiba hatırlamıyorum, Morrisey gelmişti, bırakıp da gidemem diye biletler nerede kaçaymış ona bile bakmamıştım. Keşke bakıcısını çağırıp o konsere de gitseymişiz… Ne olacakmış yani bir gece de öyle uyusaymış. Aman zaten artık gözüm konser, film, kitap mitap görmüyor, hayatımı görev ifasına çevirdiğimden beri hiçbir şeyden zevk almaz oldum. Her faaliyet benim için “nasıl organize olunacak ve olası sonuçlarıyla baş edilecek” konusundan ibaret, enerjim yok. Yapmasan ölmem ya mantığıyla 34. yaşımı da böyle geçiriyorum.


Hayat hep bu kadar kasvetli değil aslında. Hazır ben doğum iznindeyken yazı yazlıkta anneanneyle geçirmeye karar verdik. Oğlan yaz okulu havuzlarına gireceğine mis gibi denizde oynasın bizim çocukluğumuzdaki o uzun sorumsuz şahane yaz tatilleri gibi. Okul kapanınca evde ikisiyle birden deli çıkmaktan korkmam da ikinci sebep.

Biraz da kızımdan haberler. Acayip sesler çıkarıyor, konuşmaya pek hevesli, gülücükler atıyor, kucakta gezdirilirken arkaya bakmaya tahammülü yok, mutlaka öne doğru bakacak, oturmaya çalışıyor, dönmesine az kaldı, çalışmalara devam. Hala bizim odada beşiğinde yatıyor, abisiyle aynı odada yatacaklar ama ne zaman oraya geçirebilirim bilmiyorum. Hangisi hangisini uyandırır, kaş yapayım derken göz mü çıkartacağım, ama bu ufaklık da hep bizim yanımızda mı yatacak, nasıl alışacak kendi başına uyumaya, vs gibi sorularım var…Öte yandan bebekken doyasıya kucağımda tutayım, yanımda yatsın, kucakta taşıyayım istiyorum. Şipşak büyüyorlar işte. Belki yaz sonu, bakalım.

Kız uyanmak üzere. Gideyim ben. Görev beni bekler.

02 Nisan 2010

beş dakka mola

Birinci ayı devirdik Allahın izniyle. Önce yolunda gidenler:

Kız gayet güzel kilo aldı ve boy attı. Süt performansı yerinde. İlk günlerde süt meselesi beni pek ağlatmıştı acıdan, şimdi tuhaf kaçacak ama azlığından değil fazlalıktan. Arz talep dengesizliği nedeniyle hastane pompası kiralamak zorunda kaldım. İkincilerde böyle olurmuş. Neyse şimdi oturdu, ya ben kızın istediği kadar süt üretiyorum ya da o üretileni tüketebiliyor, pompa geri gitti. Zaten emmeyi bilerek doğdu velet, tam bir profesyoneldi, hiç bocalamadı. İleride anlatılacaktır kendisine (ne yapacaksa, annem de amma manyak oluyo bazen ya diye bakar öyle suratıma herhalde).

Bahar geldi. Bol bol geziyoruz kızımla, Belgrad Ormanı, Hıdiv Kasrı, Boğaz, Yıldız Parkı gitmediği yer kalmadı. Şimdi de 28. gününde yakalandığı nezlesini atsın diye balkonda oturuyoruz. Abinin burun bütün kış musluk gibi aktığı için kıza sıra gelmesi an meselesiydi. Kırkı çıkmadan kaptık ilk hastalığı. Serum fizyolojik, aspiratör ve bol serin hava. Ve de bol anne sütü.

Gelelim saç baş yolduran konulara.

Evin büyüğü daha iyi. Ancak durum hala zor. İnatlaşma ve hıçınlık biraz yumuşamaya başladı, yemek saatlerinde ise artık hiç mi hiç ne yediğiyle ilgilenmiyoruz ve de bu şekilde yiyor işin komik tarafı. Ama bana karşı çok zalim (o da benim için böyle düşünüyor galiba), bakıcısını benden çok sevdiği düşüncesi beni kahrediyor bu aralar. Bir iç ses “saçmalama sen annesisin, o nasıl senin için bir taneyse sen de onun için bir tanesin” diyor, diğer iç ses “Ee çocukla bakıcı mı daha iyi oynuyor sen mi? Kim ilgileniyorsa onunla ilişkisi daha iyi işte” diyor. Çalışan annelerin hep söylediği “Annelik = suçluluk duygusu” lafını ben ilk defa idrak ettim bu yıl. Bugüne kadar hiç suçluluk duymamıştım şu an ikisi için de suçluluk hissediyorum. Bu yetersizlik ve suçluluk duygusundan daha lohusa depresyonuna sıra gelmedi ama gözyaşı kanalları da aynen süt kanalları gibi bu aralar. Daima dolu…

Oğlan emzirmeme tahammül edemiyor. Geçen gün bunu açıkça söyledi. Ona emzirmenin neden zorunlu olduğunu anlatmaya çalıştım ama hislerinin değiştiğini zannetmiyorum. Anne sütünün tadına daha ilk hafta kaşıkla bakmış ve nefret etmişti ama o emzirme faaliyetinden ve bebekle bu kadar vakit geçirmemden hoşlanmıyor. Konuyla ilgili olarak pek sevdiğimiz çocuk doktorumuz “küçük zaten ona baka baka büyüyecek siz bunu boşverin büyükle ilgilenin” dedi. Okuldaki pedagog “Artık hayatınızın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını, öyle bir beklentiye girmemesini ama onu eskisinden farklı sevmediğinizi ona anlatın, hiçbir şeyi bildiğini varsaymayın onu ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin ve gösterin. Bebek küçük olduğu için anneye çok ihtiyacı olduğunu, bu durumun hep böyle sürmeyeceğini ve onun babaya verilmesi bebeğinde anneyi alması gibi bir durum olmadığını izah edin.” dedi. Babası da “Daha ne yapacaksın?” dedi (kısa bir cümle belki ama beni pek rahatlattı). Elimden geleni yapıyorum, yapmaya çalışıyorum yine de büyükle ilişkimizin eskisi gibi olmadığını söylemeliyim. Bazen elimden bir şey de gelmiyor. Tam beraber bir şey yapalım diye oturuyoruz, ufaklık uyanıp ağlıyor. Hiçbir şey olmazsa şekerim düşüyor. Bir tarafta acıkmış ve ağlayan bir bebek, diğer tarafta daha karmaşık ihtiyaçları olan ve bunları daha karmaşık yollardan ifade eden diğeri, gündelik hayatın devam eden ritmi, idare edilecek bir ev, idare edilecek evde yaşayan misafirler ve idare edilecek bir adet şeker hastalığı! Bazen bütün ziller aynı anda çalmaya başlıyor ve ben bir saniye mola istiyorum. Akşam saatlerinde çok organize ve seri olmam gerekiyor, büyükle beraber akşam yemeği, iki veletin arka arkaya banyo ve yatma merasimleri sonunda bir bakıyorum pestilim çıkmış. Eve yardım edecek insanlar var, ediyorlar da, ama büyüğü tamamen onlara bırakmak istemiyorum. Herhalde bu işler yoluna girecek, ben daha sakin daha organize olmayı oturtacağım. Herhalde yeniden eskisi gibi olacağız oğlumla. Tünelin ucunda ışık olmalı… Var desin biri.

18 Mart 2010

erik çiçeği ve hırçın prens

Minik kızım erik ağaçlarının çiçekleri açarken 2 Mart’ta doğdu. Erik çiçeklerinden daha güzel, pembe beyaz, minicik, mis kokulu. Bu aralar hep uyuyor, annesinin sütü ve kucağı dışında pek bir şey istemiyor. Dışarıda gezmeyi ve banyoyu seviyor, yalnız sırt üstü küvette yatarken annesinin elini tutması lazım, yoksa ağlıyor. Gözleri yeşil olacak galiba, irisleri desenli. Pembe yakışıyor ne yalan söyleyeyim, bir de beyaz. Geceleri annesini pek üzmüyor şimdilik, abisi gibi saat başı uyanmıyor. 2-3 saatte bir. Gaz da henüz başlamadı, 4-5 gün sonra bekliyoruz, tek istediği karnını doyurduktan sonra kucakta kalmak. Kucakta saatlerce uyuyabilir, yatağa koyar koymaz başlıyor mıkırdamaya.

Evin abisi ile başımız dertte. Doğumdan önce sanki her şeye hazırmış gibi bir hali vardı, kardeşini ilk gördüğünde yüzünde beliren o hayranlık ve sevgi dolu ifadeyi gördüğümde ağlayacaktım neredeyse. Aslında kardeşine zarar vermeye çalışmıyor, henüz fiziksel bir şey görmedik en azından, ne yaparsa bana, babasına ve diğer ev halkına (anneanne-dede). 2,5 yaşından beri bu kadar hırçın bir dönemi olmamıştı hatta o zaman bile bundan iyiydi. Aslında sorun benim onunla hamileliğin son bir ayı ve doğumdan sonraki ilk hafta süresince pek ilgilenemememden kaynaklanıyor. Ne ranzasına çıkıp kitap okuyabildik, ne birlikte yerde oyun oynayabildik, kucağıma uzun zamandır alamıyorum, banyosunu eğilmemem için babası yaptırıyor ve daha bir sürü birlikte yaptığımız şeye ara vermek zorunda kaldık. O da annesinin onu artık sevmediğine, bebeği sevdiğine inandığını ve buna dayanamadığını ifade etmenin başka bir yolunu bilmiyor işte. Geçen hafta uzun zamandır ilk defa onu servisten ben almak istedim, çünkü her gün dedesine bir aksilik yapıyor eve ağlaya ağlaya giriyor, sonra sakinleşmek (hep beraber) çok zor oluyordu. Benim almama önce sevindi ama dedesine yaptığı huysuzlukları bana da yaptı, ne yaptıysam olmadı, sonuç eve girdiğinde yerde tepinerek ağlayan bir velet. Bütün ev halkı da başında herkes kendince onu avutmaya çalışıyor her kafadan bir ses çıkıyor, ama ağlama-tepinme şovu gittikçe doz artırıyor. Herkesi uzaklaştırdım, odasına gittik, yatağa yattı çıkarmamak için inat ettiği montuyla (çıkarma terleyince çıkarırsın), sonra sarıldık ve 15- 20 dakika beraber ağladık. Ağlayası varmış. İyi geldi. Kimse onu sakinleştirmeye, başka şeylerle avutmaya çalışmayınca kendi kendine sakinleşti. Konuştuk sakinleşince. Ve o zaman anladı kaz kafa annesi onun için bu yeni durumun büyük haksızlık olduğunu, annesinin artık onu değil de başkasını sevdiği düşüncesine dayanamadığını. Neden ondan bu kadar büyük bir olgunluk bekledik ki, büyümüş de küçülmüş bir cüce gibi konuşuyor ve her şeyi anlıyor diye bu kadar büyük bir duygusal sarsıntıyla bizden iyi baş etmesini nasıl bekleyebildik?

Erken lohusalık denen ve vücudumun her yerinin ayrı bir acıyla kıvrandığı o ilk hafta geçtikten sonra olabilecek her fırsatta ona vakit ayırmaya başladım yeniden. Akşamları daha çok ben yatırmaya başladım, kitap okuyoruz, servisten bazen ben alıyorum, ben bindiriyorum. Hala eskisi gibi değil ona ayırabildiğim vakit, ama daha iyi. O da daha iyi. Beraber öğreniyoruz işte, ne kadar kitap okursan oku ne kadar tavsiye dinlersen dinle, yaşamadan anlayamıyorsun. Bu iki haftada öğrendiğim en önemli şey, çocuğu duygusal olarak rahatsız eden bir şey varsa, onu o konudan uzaklaştırmak, başka şeylerle avutmak, şımartmak hiçbir şeye iyi gelmiyor-yetişkinlerde farklı mı sanki? Bilakis konunun üzerine gitmek ve onu üzen bir şey varsa da üzüntüsünü yaşamasına izin vermek lazım.

Bebekle uğraşmak ne ki? Gel de 4 yaşında bir ufaklığın kardeş bunalımı ile baş et.

24 Şubat 2010

4 yaş- namı diğer trouble two's

Doğuma altı gün kaldı. “Üniversite sınavı gibi, bir tuhaf” dedi geçenlerde oğlanın okuldan bir arkadaşının annesi sezaryen doğum için. Öyle gerçekten de, doğa dışı bir durum. Ne yapalım mecburiyetten. İlk doğumda sezaryen olmam gerektiğini doktor doğuma bir hafta kala söylemişti. “Erken söyleyince annede gerginlik yapıyor” demişti, beni çözmüş en azından, diğer anneleri bilemem. Normal doğuma takmıştım kafayı. Pek bir üzülmüştüm. Hala atamamışım üzerimden sezaryen nedeniyle eksiklenmeyi, sorduklarında “ama ben mecburen....” falan diye gerekli gereksiz açıklamaya çalışıyorum. Kime neyse. Velhasıl kimseye de tavsiye etmem, matah bir şey değil bu sezaryen.

Oğlanla aramız pek iyi değil bu aralar, daha doğrusu bağrış çığırışsız günümüz geçmiyor. 4. yaşta da 2 yaş benzeri bir ruh hali geliyor anladığım kadarıyla. Benim ruh halim de pek sabit değil. Hemen sinirleniveriyorum ki çocuk sahibi insanın artık 4. senesinde sinirlenmemeyi, en azından kendini frenlemeyi öğrenmiş olması gerekir. “Text book approach”a hâkimiz Allaha şükür de, ben dengeli bir şekilde bu kuralları uygulayamıyorum. Velet efendi de hiç az değil. Gözlerinin içinden okunuyor beni sinirlendirmekten zevk aldığı. Mesela hiç iştah, yemek yeme sorunu olmamışken bunca zaman (o korkunç bebek çorbalarını hapır hupur yerdi) bu sene sofrada davranış sorunları baş gösterdi. Derdi yemek yemekle değil aslında sofrada doğru durmakla. Okulda nasıl iyi yiyor inanamıyoruz, öğretmenlerin söylediğine göre yemeği bir an önce bitirip derdi etraftakilere bulaşmakmış. Lahana, karnıbahar, ıspanak hepsi bitiyor. Bazılarından iki tabak yiyor ki evde herhalde sadece makarnanın ikincisini istemiştir, o da kırk yılda bir. Temel problemimiz kurallara meydan okuma. Nasıl oldu ne yaptık da böyle oldu bilmiyorum, biri bir telden diğeri başka telden çalan veya ilgisiz ebeveynler değiliz, epeyce de kural var evimizde. Kötü davranışı ödüllendiren iyisini de görmezden gelen bir halimiz yok (kitaptan teyit edildi). Çoğu zaman sınırlarımı test ediyor daha ne kadar ileriye gidebileceğini görmek için. Sakin kalmayı başardığım zamanlar da oluyor kendimi tebrik ediyorum o zamanlarda, ama 4 yaşında bir velede bas bas bağırdığım da çok oluyor maalesef. Herhalde (umuyorum) 3 yaşında doğru kendiliğinden geçen 2 yaş halleri gibi bu da bir süre sonra geçecek, biraz o biraz ben törpüleneceğiz. Ya da bir profesyonele görüneceğiz en sonunda (sanırım önce ben gitsem daha iyi olacak).

Profesyonel demişken ilk pedagog tecrübemiz tam bir felaketti. O zamanki doktoruna sorup tavsiye ettiği birine gitmiştik. Nasıl steril bir tipti anlatamam. Oğlan 2 yaşındaydı. Üst üste bakıcı değiştirdiğimiz bir dönemdi, ben ondan daha fazla etkilenmiştim (yine söylüyorum bazen anne-babanın profesyonele gitmesine daha çok ihtiyaç olabiliyor). Pedagog hanım çocuğun yanında pat diye ondan 3. tekil şahıs şeklinde bahsederek ve onu hiç konuya dahil etmeyerek hatta odada yok sayıp bir eşya gibi dandik bir oyun masasına oturtup mevzuya girmişti. Bana oldukça yapay gelmişti bu durum, hatta ortamda ondan bahsedildiği çok açık olan her şeyin farkında bir çocuğu dışlayarak bu konuyu görüşmek beni rahatsız etmişti ama bir bildiği var herhal diyerek ses etmemiştim. E bittabi bizim kuduruk 10-15 dakika sonra odadaki yavan ortamdan bunalıp pedagogun masasının üzerindeki kalemleri ve diğer ıvır zıvırı merak etti ve kurcalamaya hamle etti. Pedagog oldukça sakin ama aslında soğuk bir tavırla onu bloke etmeye çalıştı ama yer mi bizimki, yılmadı tabii ki. O sıkıcı minik odada hem konudan hem ortamdan çok sıkılmıştı bir kere. Birkaç hamleden sonra kadının masada duran yarım ve soğumuş kahvesini döküverdi. Hasar önemsizdi, bir iki boş kâğıt ıslandı bir de içinde sadece kırtasiye malzemesi olan bir çekmeceye ve döşemeye biraz kahve döküldü. Amanın sanki çocuk yüzyıllık bir el yazmasına asit borik döktü, o anda kilitlendik, bütün iş güç bırakıldı ortam temizlendi, odadan çıkıldı bir temizlik görevlisi araştırıldı, yaklaşık 15 dakika döşemeyi silecek bir görevli bulunmasına harcandı. Leke kalıyormuş döşemede (hastane döşemesi bu arada, nadide bir ipek halıdan bahsetmiyoruz). Ben zaten o anda koptum, bu obsesif pedagogdan ne hayır gelecek bırak yav diyerek konuyu kapadım, zaten işe yarar bir konuşma da olmamıştı. Ondan sonra bir daha teşebbüs etmedik pedagoglara falan. Eminim bu bizim tecrübemizdir çok daha iyileri vardır, bazen bir bilenden duymak istediğim çok şey oluyor ama güvenebileceğim birini bulmak da beni pek düşündürüyor. Aslında çocukları biraz kendi hallerine bırakmak gerektiğini düşünmüyor da değilim. Evet evet, en iyisi ben gideyim bir kafa doktoruna…

İki veya daha fazla çocuğu olan herkesin söz birliği etmişçesine söylediği şey: “ikinciler kolay büyüyor”. İlkinden esaslı bir dayak yedikten sonra ikinci acıtmıyor herhalde. Yoksa çocuk dediğin kolay büyür mü? Atıyorlar.

23 Şubat 2010

küçük deniz kızı

Yaşımı aldıkça annemden ergenlikte duyduğum ve bana afakanlar bastıran lafları söyler hale geldiğimi fark ediyorum. Hayatta hiç büyük konuşmamak lazım (bu laf da onlardan biri). Oysa ergen vakitlerde mühim olan “büyük” konuşabilmekti. Büyük konuşamadıktan sonra konuşma daha iyiydi. Halbuki ne zaman büyük konuşsam hep sonradan yedim o lafları ben.

Gençliğin uzun bir döneminde, ne evlenirim ne de çocuk sahibi olurum derdim. Çocuklara karşı özel bir sevgim bile yoktu. Neye karşı vardı ki zaten, velhasıl duygusal olarak çalkantılı idi epey benim gençlik yılları. Gün oldu devran döndü, karşıma biri çıktı, dört sene çıkmamış gibi yaptım, en sonunda bir an geldi ki daha fazla direnemedik ikimiz de. Tanıştıktan beş sene sonra birbirimizi sevdiğimizi anladık, 7-8 ay sonra da evlendik (jetonlu telefonlar vardı eskiden hala var mı ki?). Olacağı varsa olsun diye girdim bu evlilik işine ama iyi ki girmişim herhalde uzun uzun düşünsem taşınsam vazgeçer ve yanlış karar verirdim. Çocuk sahibi olma isteği ise kendini gümbür gümbür hissettirdi. Yaklaşık dört sene önce oğlum doğdu. O doğduktan sonra da “ikinci çocuk mu, olacak iş değil, nasıl yetişirim, oğlum kadar sevip ilgilenebilir miyim, ilgilenemeyeceksem ne diye doğurayım, olacak iş değil, aman bi dursun..” deyip durdum. Ama bir gün geldi ki aynen oğlumu istediğim zamanki gibi içimde bir ses “bir bebek daha istiyorum, olmazsa sanki hayat bomboş kalacak” demeye başladı. Biz de sanki istemek bitirmenin yarısıymış gibi her bir şeyi boş verip (sağlık, vakitsizlik, bakabilir miyiz kaygısı) aldık ikinci çocuk kararını. İlki kadar kolay olmadı, şeker hastalığı ilk zamanlardaki gibi kolay zapturapt altına giremedi, bir sene geçti nihayetinde doktorumdan izin alabilmemiz için ve bu yaz bir minik kız yola çıktı. Şimdi doğumuna tam 1 hafta kala “ben nasıl iki çocuklu bir kadın olacağım?” gibi düşünceler aldı beni. Öte yandan büyük bir sabırsızlık da var bir an önce kucağıma alıp koklamak için.

İkici çocuğun hamileliği ilkine benzemiyor(muş). Başından sonuna zordu, beni mahvetti. Kız çocuk sahibi olmak da oğlan çocuğu sahibi olmaktan daha zor olacak herhalde. Zaten ben öteden beri es kaza huyu suyu bana benzer diye kız yerine oğlan olsun isterdim. Kendime benzeyen bir kızla uğraşmak beni korkutuyor ne yalan söyleyeyim. Üstelik bir kız çocuğuna da iyi rol modeli olabilir miyim ondan da emin değilim. Mesela hiç düzenli tertipli bir tip değilimdir. Bir arkadaşımın dediği gibi kılık kıyafet, bakım işlerine “ihtiyaca binaen” (yani yumurta kapıya dayanınca) girerim ve hayatımı da hiç güzel organize edemem. Yani şimdi beni örnek alırsa ileride kesin beni suçlar bu kız. 4 yaşındaki abisinin küçük kıza nasıl alışacağını, ona yardımcı olup olamayacağımı da merak ediyorum. Bu da baş etmesi ve altından kalkması gereken bir durum olacak.

Bebek eşyaları da pek tatlı, unutmuşum. Şimdi biraz uyumaya gideceğim. Gelecek haftadan itibaren yeniden zombi günler beni bekliyor.

21 Nisan 2008

anne işe gitme

Yine upuzuun bir zaman oldu yazmayalı. Neler oldu neler. Hayat bir kabus gibi bu aralar. Ne cıvıl cıvıl bahar gelen bahçeyi görüyor gözüm ne de başka bir şeyi. "Anne sen işe ditme, noluy" diyen ve sabahları üzerime şık bir şey giydiğimde hemen suratı asılıp bazen de ağlamaya başlayan oğlumun 6 ay içinde 3. bakıcı değişikliği. Ahlaksız beş para etmez insanlara emanet edip evden çıkıp gitmeye alışamadım ben hala. İçimde bir mengene var sıkıştırıyor da sıkıştırıyor. Sağlığım berbat. Doktorum artık "ne bu hal, ne oluyor sana" demeye başladı. Hastalığın başlangıcından beri en kötü değerlere ulşatım son 3 ay içinde.
En son gayet iyi gidiyor, oğlan da alıştı, gözüm arkada kalmadan tam zamanlıya geçebilirim dediğimiz tutarsız kadın çalışmayı kendine yakıştıramadığı için bir Cuma akşamı arayıp "ben Pazartesi gelmiycem artık" dedi ve bıraktı. Neden? Çünkü Cumartesi yarım gün gelmesi için de anlaşmıştık başlangıçta ancak o "havalar da güzelleşti artık ben Cumartesileri gelmiyim" gibi bir talepte bulunduğunda biz bunu kabul etmedik. "Şevki kırılmış"... Oğluma bir veda bile etmeden öylece gitti dengesiz. Anneanne-dede ekibi koştu yardıma. Kabusun ilk kısmı başladı. Yeni birileriyle görüş, kimseyi beğenme, sürekli tartış tartış, en sonunda referanslı bir kızda karar kıl. Oğluşun alışması epey zaman aldı, kabullenmek istemedi, zor günlerdi gerçekten ama gün geldi alıştı, çok güzel oyunlar oynatan şarkılar öğreten parkta kaydırakta istediği kadar kaydıran ara sıra ona ufak tefek oyuncaklar getiren ve anne istemese de bazen şeker veren bir ablaydı. Bir gün bu abla anneyi bir Çarşamba günü saat 4'te aradı işyerinden. Kastamonu'da bacağından ameliyat olacak bir babaannesi vardı, babası olmadığı annesi de şeker hastası olduğu için hemen gidip görmesi gerekiyordu, öyle bir durumdu ki gidip görmese belki bir daha göremeyebilirdi.
Apar topar Perşembe Cuma bir buçuk gün ben bir gün de eşim izin aldı, abla memlekte gitti, giderken Pazartesi döneceğim dedi, biz de dönecek sandık. Velhasıl çok uzun ve sıkıcı bir hikaye bize dönemeyebilirim gibi bir senaryo yaratıldı telefonda, gelemezsem ablamı yollarım gibi saçma sapan bir teklif geldi, sonra referanslar kanalıyla halasından öğrendik ki babannnenin hiç bir şeyciği yokmuş ameliyat bir hafta önce olmuş bitmiş, bu abla parasını az bulduğundan niyeti başka işe geçmekmiş. Apar topar bizim babaanne geldi çocuk ortada kaldı diye. İşlerim o kadar yoğun ki bir hafta gelmiyorum demek gibi bir lüksüm yok. İstifa etmeyi düşündüm aslında ilk etapta ama şimdi ayrılıyorum desem buradan gidebilmem iki aydan ve beni tüketecek kadar uzun konuşmalardan önce olmaz. Uzun tartışmalar, kavgalar, buhran dolu bir hafta sonrasında anlaşıldı ki hakikaten derdi paraymış. Rayicin üzerinde olan ve başta teklif ettiği paranın bir kuruş altını vermediğimiz halde yetmiyormuş parası. Şu anda sırf bebeğimin düzeni değişmesin diye ona epeyce bir zam yapmaya karar verdim (eşimin tüm itirazlarına rağmen) ama emin değilim yine de iki gün sonra biraz daha fazlasını verene gitmeyeceğinden. Eşim bu arada hala eve birilerini getiriyor görüşmek için. Görüşüyorum bazıları o kadar sahtekar ki döverek atmak istiyorum evden. Zaten bende bir şiddet eğilimi hasıl oldu, kimseden hırsımı alamıyorum geçen gün marketin otoparkındaki görevliyi arabaların çizgi dışına park etmesine izin veriyorlar diye öyle bir haşladım ki o da gidip evde çocuğuna bağırmıştır herhalde. Rezalet. Bu kabus dönemi içinde diyabet de bana çok yardımcı oldu, 300'lerden aşağı zor indi kan şekeri. Eşimle de artık birbirimizden iyice uzaklaştık, sanırım o da beni kriz dönemlerinde baş edilmesi gereken bir durum olarak görmeye başladı, ki bu beni iyice sinirlendiriyor, sanki herkes zor durumlarla onun tarzıyla başetmek zorunda ve kapasitesindeymiş gibi.
Halbuki ben bu bahar çok nefis yaz soğanları dikmiştim, mor salkımın altında oturup çayımı içip kitap okuyacaktım. Hani ben çocuğumun o bakıcı bu bakıcı değişip duran bir düzende istikrarsız bir şekilde büyümemesi için her şeyi yapacaktım. Hani noldu yani şimdi?