21 Aralık 2006

presentation skills

işte beklediğim hava geldi. evet geldi de ne oldu. melankoli desem değil, bezginlik desem değil, öyle tuhaf aromalı bir his sardı beni iki gündür. bugün evde olacaktım güya ama öğleden sonra şirketin devasaaaaa bir semineri var ve benim de orada bir sunumum. ve tabii ki hazır değilim. şu an tam olarak yapmam gereken biraz sunum üzerinde çalışmak, bir duş almak, giyinmek (bu ruh halindeyken şık olmanın zorluğunu belirtmeden geçemeyeceğim) ve gidip orada enerjik bir biçimde sunumumu yapmak. sabah mecburi migros tavafımı gerçekleştirdikten sonra azalmış pilim iyice bitti. aklım almıyor nasıl bu kadar çok tüketebiliyoruz? çekirdek ailenin böyle bir tüketme kapasitesi varsa 2-3 çocuklularda durum nedir? vagonla mı gidiliyor alışverişe? ki bizim eve asla girmeyen şeyler vardır, her tür abur cubur, şarküteri, meşrubat vs. alınanlar sebze meyve bakliyat süt yoğurt mecburi temizlik malzemeleri falan. ama kollarım kopuyor her hafta. internetten sipariş edememe huyum var nedense kendim görüp seçip almak zorundayım. zorundasın da taşırsın işte her hafta asansörsüz eve tonlarca poşeti.
sabah sabah bir başka sorunum da şu: ben neden hiç örnek öğrenci olamıyorum? çok istiyorum bunu gerçekten. bunu tercih etmeyen insanlar vardır, takdir ederim o duruşu, muhaliftirler, kurallara göre oynama zorunluluğu hissetmezler, her şeyleri tam değildir ama bu bilinçli bir seçimdir. oysa ben örnek öğrenci olmak istiyorum. herşeyi düzenli (evi, ofisi, gardrobu, saçları, manikürü), doğru zamanda doğru yerde bulunup doğru insanlara doğru sözleri söyleyen, evi de idare eden kitap da okuyan spor da yapan, her işini zamanında teslim eden, lüzümsuz ofis içi mesajlara bile vaktinde ve tam da olması gerektiği gibi cevaplar gönderen... inek işte tam. inek öğrenci olmak istiyorum ben ama beceremiyorum. muhakkak bir noktada yoldan çıkıveriyorum ki inekliğin kitabında arasıra yoldan çıkmak falan yazmaz. ineklik bir yaşam tarzıdır, 24 saat süren emek isteyen bir varoluş biçimidir.
üstelik hala duş almam, çalışmam, şık olmam ve korkarım dünya dahi yıkılsa o sunumu yapmam gerek. bir of çeksem mesela karşıki dağlar ne düşünür?

19 Aralık 2006

seseka memurlarına esef

sabah SSK'da işim vardı. doğum parası dedikleri alıp işverene takdim edeceğim yüklüce parayı alabilmek için bir takım bürokratik saçmalıkları yaşamam gerekiyordu. nicedir erteliyordum sonunda yap da kurtul dedim erkenden gittim. sağolsun şirketin muhasebesindeki arkadaşlar hiç bir belgemin eksik olmamasını sağladılar da iş tahminimden kısa sürdü. ama gayet rahatlıkla on-line yapılabilecek bir işlem olmasına rağmen gizli işsizliğin doruğa çıktığı bir sistem. neyse şimdi sistemin kanayan yaralarını tartışamaycağım, ben daha çok oradaki memur arkadaşlara şişmiş vaziyetteyim. kimsenin suratına bakmazlar, aksiler, eğitimsiz ve kabalar, orada iş için bulunan kimseye yardım etmek gibi bir niyetleri yok ve de çok çok sevimsizler. eskiden şöyle düşünürdüm; sen de o kadar zor koşullarda çalışsan, kimbilir sabahın kaçında kalkıp ne tür bir vasıtayla işe gelsen, bütün gün birilerinin sigara içip şikayet ettiği bir ortamda sürekli aynı rutin işi yapıp dursan, kimbilir nasıl bir tip olurdun? ama sabah karşılaştığım manzara bu düşüncemi değiştirdi. insanın içinde olacak "insanlık", öyle yaşam koşullarıyla falan olmuyor.
olaylar şöyle gelişti: sırada 5-10 kişi var (ki çok çok makul), gelenlerin yaptıracağı işlemler sıradan ama oraya gelen çoğu kişi belli ki daha önce hiç bu tür bir işlem yaptırmamış, hiç bir yerde açıklayıcı bir yazı falan yazmıyor, bir takım odalar var harala gürele birileri kimsenin suratına bakmadan çalışıyor. benim sıra numaram geldi. görevliye günaydın dedim, tıss... ayrıca ters ters bakma...uzattığım belgeleri evirdi çevirdi kontrol etti, bir yazıcıdan bir başka belge çıkardı, uzattı, tıss..yine ses yok. ben ee? bakışı attım haliyle, lütfen arka masadaki başka birini işaret etti, genel kabul görmüş işaret diline göre o beye başvurmam gerektiğini anladım. "o bey"de de durum aynıydı, o da aynı şeyleri tekrar kontrol etti, asla konuşmadı, ben yılmadan günaydın ve teşekkür ederim demeyi sürdürdüm, o da beni yan masadaki bir hanıma yönlendirdi, tıss eşliğinde tabii. yan masadaki hanım (allahım en kötüsü oydu) tabii ki günaydınıma cevap vemedi, suratıma bakmadı, aynı şeyleri kontrol etti (karikatür gibi değil mi ama aynen böyle), suratıma bakmadan imza attı ve bu kimin diye kağıtları havaya uzattı, aldım, herhangi bir izahat yok, "ee?" dedim artık sabredemeyerek, "şimdi ne yapmam lazım?", suratındaki o kararmış lanet bakışı herhalde bu geceki kötü rüyamda yeniden göreceğim, "vezneye" dedi. bu nasıl bir kelime tasarrufudur! her neyse vezne ve muhasebe bölümlerinde de insanı şişiren işlemler ve benzer tavırlar devam etti, işim bitti, çıktım.
sonra düşündüm. bizim plazada tuvaletleri temizleyen bir görevli var. özel bir temizlik şirketinin elemanı, devlet memurundan fazla para kazandığını sanmıyorum. işi ne dersek belli işte, akşama kadar temizlik. kimsenin ona fazlaca günaydın teşekkürler dediğini de sanmam. ama bu görevli sizi temizlik sırasında sırada beklerken görürse muhakkak "sizi de beklettik kusura bakmayın" der, geçerken yol verir "buyurun" der, kibarca güler. şimdi bu adamın hayat koşulları çok mu kolay? işini çok mu seviyor, ilkokulu bitirmiş midir?
bundan sonra ilk devlet dairesinde işim olduğunda (bir kaç sene olmamasını tercih ederim tabii) hatırlayacağım: "nezaket borcum mu var size?"

10 Aralık 2006

felekten bir gün

epey ara verdim. işler yoğun. haftada beş gün çalıştığım zaman ne kadar iş yapıyorsam haftada üç gün temposunda da kendimden aynı işi beklememden kaynaklanıyor kısmen. çarşamba cuma oldu ya şimdi herşeyin çarşambaya bitmesi telaşı başladı, sanki cumaya yetiştirmek kolaydı da.. işleri yayıp da akşam bir iki saat geç çıkma lüksüm de kalmadı ya, gün içinde beş dakika duramıyorum. perşembe cumalarım da farklı değil, önce market alışverişi hallediliyor, kollar kopuyor, sonra muhakkak işle ilgili birşey oluyor ya bir toplantı ya bir eğitim... biraz egzersiz yapayım istiyorum ama haftada iki skorunu bile başaramıyorum şimdilik. haftaya inşallah, ümüt fakirin ekmeği.
geçen hafta doğum günüm vesilesiyle sevgili koca bana harika bir sürpriz yaptı, izin aldı ve de felekten bir gün çaldık. çok kısa bir özet: boğazda kahvaltı (yaya yaya, üstüne çay kahve bile içildi), sonra sinema (bir yıl ara verince reklamlara bile hayran hayran baktım), sonra evde öğle yemeği (oğlumu bütün gün görmezsem olmaz), sonra beyoğlu (kitap ve cd aldım uzun uzun bakınarak), tünelde kahve (yılbaşı süsleri asmışlar, şahane olmuş), son olarak da akşam yemeği ve 9:30'da ev. ilk defa oğlumu ben banyo yaptırıp yatırmadım. ama uyumuş. biraz mahsunlaşmış, azıcık ağlamış ama kaşıkla sütünden içirmiş bakıcısı, onu içince uyumuş (bu çocuğun anne sevgisi yalan galiba, esas süt sevgisi var bunun süt!). gece yarısı uyandı tabii, sanki üç aydır ayrıymışız gibi öyle bir sarılışım vardı ki, ne manyakça bir şey bu annelik ya.
kısa günün karı:
1- film çok beğendim: the children of men. pd james'in romanından esinlenme.
2- kitaplar: bir adet pd james aldım. bir de philip k. dick bulmuşken, bir de bir iki senedir okumayı istediğim joseph heller'ın catch 22 romanı. pandora'yı seviyorum. ankara kitapçıları yoktur istanbul'da kim ne derse desin, bir dost kitabevi'nde insan kaybolabilir ama istanbul'da hiçbir kitapçı beni öyle içine almadı. bir tek pandora'yı ayrı tutarım diğerlerinden, orada çok iyi vakit geçiririm.
3- cd'ler: kings of convenience (konsere geldiler gidemedim), everything but the girl (gençlikte pek severdim), bir de ne alaka modern folk üçlüsü'nün bir konser albümü. oğlum da dinlesin diye.
bir de uyarı: akşam yemeğe gittiğimiz yer (360) mekan avantajıyla gidebildiği yere kadar gitmeyi hedeflemiş herhalde, ne yediysek (ekmekleri hariç) lezzetsiz ve özensiz çıktı. uzun zamandır merak ediyorduk orayı, konumu ve manzarasına kapıldık aslında, ama mutfağının bu kadar baştan savma olduğunu bilmezdim. biz ettik siz etmeyin. paranıza yazık.

23 Kasım 2006

mood swings

kan şekeri rollercoaster'a bindi gidiyor. dün gece sabaha karşı 362'yi gördük, sabah hala 260'lardaydı. tahmin ediyorum bu hafta boyunca böyleydi bu, ölçüm yapmadım (hataaa!) ama sersem ve susamış bir şekilde uyanmalarımın sebebi tabii ki bu. öte yandan yine aynı günlerde bazen 39 bazen 45'lere düştü. kan şekerinin bu geniş dalgalanmaları bünyeyi yerden yere vuruyor. sinirlilik, bitkinlik, yoğun karamsarlık en sık başıma gelen yan etkiler. ölçüm yapmalıyım, doktorumu aramalıyım, yapmalıyım etmeliyim. bunlarla uğraşamayacak kadar canım sıkkın.

yazın yıllardır amerika'da yaşayan bir arkadaşım amerikalı erkek arkadaşıyla beni ziyarete gelmişti. o gün tanıştığım Phil'in 20 senedir diyabet olduğunu öğrenince şaşırmıştım. yaşını sormamıştım ama 30'ları bitmemişti henüz. diyabet olmasına değil de, 20 seneden sonra hala iyi olmasına hayret etmiştim aslında. şimdi diyabette bu iyi olma hali aslında çok basit ama bir o kadar da uygulamak için heves isteyen tek bir kurala bağlı: denge. dengede olacaksın. yemek saatin, yediklerin, fiziksel aktiviten, şuyun buyun her birşeyin dengeli olacak. basit geliyor kulağa değil mi? aslında ne kadar zor. ben 3.5 seneyi devirdim henüz. şu ana kadar örnek öğrenciydim aslında. özellikle de bir diyabetlinin en büyük kabusu olan hamilelik sırasında. ama doğumdan sonra bana bir haller oldu. günlerce ölçüm yapmamalar, fazla kaçırmalar arka arkaya gelmeye başladı. galiba bıktım biraz. annemlerin obezite sınırında diyabet bir arkadaşları var. bu amca baklavaları börekleri lüpletir, kan şekerini asla ölçmez, yediklerini karşılasın diye insülini dayar. ben duyduklarıma inanamazdım onun yaptıklarını anlattıklarında. şimdi kafama yatmaya başladı aslında, bu işten insanın sıtkı sıyrılıyor bir süre sonra. kimbilir ben onun yaşına geldiğimde nasıl bir ruh hali içinde olacağım.

aman neyse kapatalım bu konuyu. sonbahar güzel bu aralar. geçen sabah birden çırağan'daki yüksek ağaçlardan nazlana nazlana yere dökülen sararmış yaprakları farkettim, sanki bir önceki sabah yoktular. sonra hafif üşüten ılık hava. güneş doğuşlarındaki kızıllık. baharlar neden güzeldir? bekleyişin heyecanını taşıdığından mı?

17 Kasım 2006

oyuncak sorunsalı

demişlerdi aslında bana. bende böyle bi huy var yontamadığım: bir konuyu adamakıllı idrak edebilmem için illa o konuyla ilgili bir olayın başıma gelmesi gerekiyor. çocuk konusunda had safhada tecrübeli arkadaşlar uyarmışlardı: bu modeller oyuncak olan şeylerle değil evdeki her türlü oyuncak dışı nesneyle oynarlar, fazla oyuncak alma. bunlar neyle oynar: deterjan kutuları, tencere tava, tabii ki uzaktan kumanda ve telefon(lar). bizim küçük bey de elbette bu konuda standarttan sapmadı ve evde bulaşmaması gereken ne varsa ona hamle yaptı bugüne kadar. mesela mutfak masasında oturuyoruz, o bir süre sonra mama sandalyesinden babasının kucağına teşrif etmek istiyor. en sevdiği, kemirmeye müsait, renkli, sesli oyuncaklarından mini bir seçme tabii ki elinin altında. ama o çılgınca debeleniyor kendi boyunun yarısı kadar (ayrıca kahverengi ve dümdüz birşey olan) karabiber değirmenini ısırabilmek için. veya raflardaki baharat kavanozlarına ulaşmaya çalışıyor. tabii ki salondaki cd'ler, dergiler, her türlü şarj aleti elinden kurtulamıyor. ortada duran herhangi bir terlik görmesin, emekleyerek depar atıyor sıpa. en son numarası salondaki yemek masasının altına kafasını sandalye bacaklarından sakınarak yavaş yavaş sürünerek girmek ve orada kafasını vurabileceği muhtelif masa altı noktalarını keşfetmek. dün salondaki alçak büyük sehpanın kenarlarına tutunarak ayağa kalkma çalışmaları yaptığını görünce "hah!" dedim, "tam da bu temada bi oyuncak vardı, ondan alayım da güvenli güvenli oynasın". activity center dedikleri bu cücelerin boyuna göre bir oyuncak masasından bahsediyorum, üzerinde türlü tevir fırıldayan, dönen, ses çıkaran şey var, tutunup yukarı tırmanana eğlence garanti yani. tek bi dezavantajı var (fiyatı saymazsak) iri bir oyuncak, işi bittiğinde japon evimizin neresine tıkacağımı bilemeyeceğim bir başka ıvır zıvıra dönüşeceği de garanti. tabii ki yavrusuna canı feda annenin gözü dönmesin bi kere. oyuncak alındı. şimdi bu birinci hata. ikinci hata: yemek masası altı kampçılık faaliyetine alternatif (olur zannedilen) bir başka oyuncak daha keşfedildi. içeride de kullanılan katlanır tünel ve çadır ikilisi. çok şeker, tavşanlı falan. yani bırak beni (sığsam) ben oynıycam. tam içine girmelik, tünelinde sürünmelik, saatlerce oynanır, tabii ki pahalı... oyuncakçının eve yakın şubesinde kalmadığı için bi dünya yol ve trafik de çekildikten sonra bu iri oyuncak da alındı.
şimdi evdeki manzara : koltuklarımız, yemek masası ve sehpa dışında kalan yegane boş alanda bu çadır kurulu, biraz ilerisinde diğer oyuncak yatıyor, veliaht içerideki odada çamaşır leğeninin içinde oturuyor.
moral of the story: oyuncak işi yalan. ayrıca çocuk yapmadan önce bi antrepo falan kiralamak lazım.

14 Kasım 2006

ihtiyaçlarım var

bebek ayağından çıkmayan dize kadar çorap üretilsin. bebekler için nezle durdurucu ilaç icat edilsin, yani insanlığın kalanı için değil ama sadece bebekler için şart bu ilaç, burnunu nasıl temizleyeceğini bilmeyen üstüne üstlük mendille silinmesine de son derece karşı olan bi bebek nezle karşısında zaten 1-0 yenik başlıyor maça. bi de yukarıdakilere ilave olarak virüs dedektörü de icat edilsin lütfen. alarmı olsun bu dedektörün kapalı yerlerde, hasta insanların yanında falan ötsün. bebeği olan anlar. napiyim.
üst solunum yolu enfeksiyonu önce oğlumu, sonra beni yere serdi. ben muhtemelen oğlanın virüsten kaptım, bakıcı kendi virüsünü kendi kapmış o da aynı gün hasta geldi zaten. içimiz dışımız ıhlamur oldu, serum fizyolojik dereleri aktı burnumuzdan, piyasadaki muhtelif yumuşak mendil ne varsa kutu kutu bitti..bitti de bu nezle bitemedi bi türlü. 10 günü devirdik, azaldı ama bitemedi, lakin artık benim fırk fırk sesi duymaya tahammülüm yok.
nezlenin ilacı var aslında ama ilaç firmaları hasta insanlar üzerinden para kazanmak için bunu henüz kamuoyuyla paylaşmıyorlar. aslında insanoğlu aya da ayak basmadı.
kitap okumak istiyorum. her daim kitabım duruyor başucumda ama kitap helak oluyor ben onu bitirene kadar, bölük pörçük okumaktan ben de sıkılıyorum çoğu kitaptan, elime yapışıyor yani bazı kitaplar. şöyle kaptırıp bir kaç saat en azından kitabım dışında birşey düşünmeden okumak istiyorum. eski günlerdeki gibi... doğumdan evvel ne hayallerim vardı, ohoo ben 7 ayda evde amma kitap deviririm şimdi emekliliğe sakladıklarımdan mı başlasam gibi fantastik (saf diyelim ya da) düşüncelerim vardı. şebnem işigüzel'in sarmaşık'ını (ki nasıl da bi oturuşta oku bitir bi kitaptır) ilk 4 ayda bitirmeyi başardıktan sonra kendime daha gerçekçi hedefler koydum ve ilyada'yı emeklilik rafına geri koydum. şimdi bunu çocuk doğurmamış birine anlatamazsın. "nasıl yani, evdesin işte çocuk uyuyunca aç oku" der haliyle. "çocuk uyuyunca uyu" da bu geyiklerden biridir. neyse işte ben muvaffak olamadım bu ertelediğim kitapları okuma işinde, herhalde hayat boyu proust'u da okuyamayacağım, emeklilikte de başka bi engel bulurum elbet kendime.
şimdi ne biçim post oldu bu? ortaya karışık. benim gardrobumdan beter.

10 Kasım 2006

oğlum büyüyor

bayramdan 2-3 hafta önce ilk diş çıktı (yaklaşık 7 ay civarı oluyor galiba) bayramdan sonra da ikincisi, sonra bir sabah mamamaa bababaaa demeye başladı, öyle birden bire, sonra yatağında tutunup ayağa kalkmaya başladı yine bir gün aniden... asıl enteresan olan her sabah bir önceki sabaha göre algılamasının daha da geliştiğini görüyorum, söylediğim şeylerin artık %80'ini falan anlıyor hatta bazı talimatlarımı dinlemeye bile başladı (saklan, koş ben seni yakalıycam, ver onu bana gibi), bir gün eline bir ekmek parçası aldı kemirmeye başladı (her ne kadar kemirdiği parçayı yutmasa da). gözümün önünde hızla büyüyor, büyüdükçe harika birşey oluyor bu! öte yandan ben ilk bebeklik hallerini de çok özlüyorum bazen. pazartesi doğum yapan bir arkadaşımızı ziyarete gittik çok güzel bembeyaz yumuk bir şey, kendimi yakaladım evde hep böyle birşey olsa diye bir şeyler dilerken. tabii mazoşist bir dilek ciddiye almamak lazım, lakin bebek nasıl da büyülü bir şey. kendimden hiç beklemezdim ben bir iki sene evvel bu kadar bebeksever biri olmayı. ancak 30'larındaki çalışan kentli kadınlarda gözlemlediğim kadarıyla sanırım insan bir süre sonra unutuyor bu büyünün nasıl bir şey olduğunu ve bana geçenlerde "bilmiyorum, annelik kendimi bağdaştırdığım bir statü değil" diye burun kıvıran arkadaşımın (ki kendisi 3.5 yaşında bir kızı var) büründüğü ruh haline bürünüyor. hormonal bi durum mu acaba? yoksa tüketmeye fena halde alışmış bireyin klasik tatminsizlik hissi mi?

07 Kasım 2006

adres değişikliği

bir takım tracikomik olaylar silsilesi sonucu blogumun adresini değiştirdim. zaten tek bir okuyucum olduğunu düşündüğüm için blog dünyasının temelden sarsılmayacağını düşündüm. ve fakat beni buna iten sebep pek bir komik. annem tarafından sobelendim, ki kendisine daha geçen ay "ya anne hala öğrenemedin şu enter tuşunu ya, hiç dinlemiyosun beni" diye azarı çekmiştim. o derece yani. ama hatun google'ı kullanmayı ucundan öğrenmiş. ve de körün taşı misali olmayacak bir kelimeyi yazmış, basmış o bi türlü öğretemediğim enter tuşuna, arama sonuçlarının 30 bilmem kaç küsürüncü sayfasında (bu sabıra ben şapka çıkartırım arkadaş) benim sayfam çıkmış, onu bulmuş, okumuş, aa demiş bu benim küçük kız. e tabii insanın annesinin blogunu okuması bi nevi Hawthorne effect yaratıyor üzerinde yazarken, gayrı başka bişey demicem. ama sayfama da kıyamadım böyle bi isim değişikliği yaptım geçtim. hayır, yine bulursa artık napıcam bilmiyorum.

01 Kasım 2006

lolipop yiyen beyaz yakalı

Müşteriye toplantıya koşuştururken sabah yarım yamalak yapılan kahvaltı yüzünden kan şekeri düşer. Bu düşüş nedeniyle artık kanıksanan ter basması, el titremesi gibi klasik semptomlar önce önemsenmez, araba kullanırken çantada bulunan iki adet kesme şeker ağza atılıverir biraz beklenir her nasılsa ofisten koşarak çıkarken çantaya atılmış bi kutu süt içilir. Ve fakat bu salak kan şekeri bi türlü çıkmamakta eller titremeye devam etmektedir. Bu arada hala Beşiktaş'ta araba kullanılarak hızla köprü yoluna çıkmaya çalışılmaktadır. Aman ya nereye yetişiyorum bi dur denir allahtan, yol kenarında bir bakkal görülür, hop kenara çek dörtlüleri yak. Bakkala girilir şık şıkıdım bi iş kadını ilkokul ikinci sınıfa giden annesi ilgisiz bi veletin beslenme çantasını hazırlarcasına torpido gözüne atmak için küçük kutu meyve suyu, bir iki tane bisküvi falan alır. Ani düşüşler için şeker almak gelir aklına başlar etrafa şeker bakınmaya. Şeker vardır tabii bu tozlu bakkaliyede, etrafa yığılmış binlerce alakasız ürün arasında şeker bulur bir iki tane. Ama neden bu şekerlerin içinde yağ var? Bakkal kadına tuhaf tuhaf bakmaya başlar, en nihayetinde 3 kuruşluk bi sürü şeker paketinin üzerinde yazan "içindekiler" kısmını sapık gibi okuyup okuyup alinden bırakmaktadır kadın, bunda yağ var, bunda da yağ var, bunda da yağ var off, ya yağsız şeker yok mu? Yok abla der bakkal. Nasıl ezbere verilmiş bi cevap, bi kere şekerin içinde ne diye yağ olsun, bunlar yeni icat saçma abur cuburlar işte, hem de hidrojene nebati yağlı (burada bir adet vampir kaçıran cross işareti yapıyoruz). Kadın en sonunda bir lolipop bulur ama yılmıştır üzerini okumaz, lolipopta da yağ yoktur herhalde varsa da atarım ya napiim der, parayı öder çıkar, arabasına biner, vınnn..
Şimdi buradan o bakkal amcaya bi açıklama yapmak istiyorum. Bakkal amca ben low-fat diyet falan yapmıyorum. Kan şekerini hızlı yükselten tek şey yine şeker ama içinde yağ olmayacak, yoksa yavaş yükseltiyo, o yüzden okudum paketleri tek tek. Ruh hastası değilim yani, tuhaf tuhaf baktın bana ama. Bunu buradan izah etmeyi borç bilirim.
Zor bişe kardeşim diyabet. Toplum hazır değil her şeyden önce. Hele ben şu lolipopu şekerimin düştüğü bi müşteri toplantısında çıkarıp yiyim, işte o zaman surat ifadelerine bakıcam, hehehe... Keşke takımlarıma uygun bi renkte alsaydım.

30 Ekim 2006

Orhan kuzuları iyi otlat

Bunu yazmalıyım. Tatilin en eğlenceli anlarını Doğan Canku'nun çocuklara alfabeyi öğretmeyi eğlenceli hale getirmek için çıkardığı albümle (ABC Müzikli Alfabe) yaşadık. Albümde 29 adet parça var, her biri bir harfi tanıtıyor. Sözcük seçimleri, değişik müzik tarzlarını bir araya getirmesi (caz, pop ne ararsan var) o kadar başarılı ki, çocuklar sever mi bilmem ama ben bayıldım. Hepsi bir yana, albümü bizim Top 10 listemize sokan esas şey şarkı sözleri. Her harf için çok esprili ve komik sözler yazmışlar ama O harfinde bittik biz. "Okul, otomobil, oğlak..Orhan kuzuları iyi otlat" diye bir bölüm var ki... Arabada çocuklar yok, 4 yetişkin kıkır kıkır bunu söyleyerek gülüyoruz.
Ha bizim ufaklık daha sadece ba ve ma diyebiliyor ama ne gam. Ben bi tek annesi manyak diye düşünüyodum ama teyzesinin de manyak olduğu geçenlerde "bulmuşken alayım" diye gidip Kumkurdu serisini almasından belli oldu.

sarı yeşil

Döndük. Hangi birinden başlasam acaba? İki bebekli ailenin trajikomik uzun yol hikayelerini mi (çorba yedi, yemedi, meyve yedi, ıslak mendiiil, kaşığı attı, oyuncağı, bezi, bilmem nesi offf-ikinci çocukta rahatlanıyor di mi?), Susurluk'ta Ulusoy'un kurduğu Amerikan tarzı kocaman tesis cumhuriyetini mi (Türklerde de abartmanın sınırı yok ama uzun yolda Starbucks iyi bişeymiş, sanki anamızın karnından kahve zincirleriyle doğduk), Balıkesir'den sonra değişiveren iklimin yumuşaklığını, bitki örtüsünün ton zenginliğini mi, Havran'da başlayan sarı-yeşil tabelaları görünce çocuk gibi sevinmemizi mi... Gidiş yolu neşeliydi tatil daha da neşeli.. Mangalı yak, balıkları asma yaprağına sar, oğlanı uyut, domatesler nasıl da kırmızı, biber bahçeden, bu zeytinyağı ne güzel, aa bulut geldi denizin rengine bak, Midilli ne tarafta, bahçede mi uyusak balkonda mı, hadi veletler uyandı dağa çıkalım, adaçayı içelim, biz ne zaman emekli olup buraya yerleşicez, uzayıp gider.
Güney beldelerimizdeki metrekareye düşen hırt sayısı Altınoluk civarında pek düşük. Esnaf her ne kadar bayramda biz de yolumuzu bulalım mantığını öğrenmişse de daha o kadar olmamışlar, yani Bodrum falan yanında gözyaşları içinde kalır. Bugüne dek her gidişimizde burada yaşamak ne güzel olurdu demeden ayrıldığım olmadı, fakat ilk defa bu gidişimizde farkettim ki aslında orası da küçük bir kasaba işte ve genç olsam, yani üniversitede falan, cennet dahi olsa sığamazdım herhalde. Kendimi liseden mezun olmak üzere, hayatında ne yapacağına karar vermeye çalışan birinin yerine koydum iskelenin oradaki çay bahçesinde otururken, gelen geçene baktım, oradan ilk fırsatta kaçmak isteyebileceğimi hissettim ilk defa. Ne diye oturup böyle tuhaf şeyler düşündüm bilmiyorum. Yalnız şöyle bir enstantane ile karşılaştık onu anlatmadan geçemeyeceğim, Şahinderesi'nin denize aktığı yerde, denizden 250 metre falan içeride dere kıyısında yüksek ağaçların gölgelediği çakıl taşlı düzlük bir alan var. Oradan arabayla geçerken gördüğümüz kazları oğluma gösterelim diye durduk. Derenin karşı kıyısında su kenarına taşların üzerine bağdaş kurmuş iki liseli açmışlar kitaplarını, başları ellerinin arasında, yaprak hışırtıları ve kazların sesi eşliğinde arada durup berrak suya dalıp giderek okuyorlar, sakin sakin konuşuyorlar, takılıyorlardı işte. Belki onlar da kaçıp gitmek, herkesin herkesi tanıdığı küçük şehirden kurtulup, büyük şehirde kaybolmak istiyorlardı, ama ben onları kıskandım bir an için, daha doğrusu yaşadıkları o an için. Genç olmak zaten huzursuz birşey çünkü, huzur mekanları sanki daha kıymetli gençken.
Sonra döndük işte, feribottan in, ise gir, ertesi gün yağmur karanlık. Allahtan biraz domates falan getirdik.

17 Ekim 2006

aldı beni bi heyecan


neler yapıyorum günlerdir? işe gidip geliyorum, hafızasını kaybetmiş ancak karmaşık becerilerini sırası geldikçe hatırlayıveren biri gibi nasıl çalıştığımı hatırlıyorum. perşembe cuma evdeydim çok güzel geçti. oğlumla oynadım, işle ilgili bir iki e-mail'e cevap verdim içimi rahatlattım, markete gittim falan. haftasonu da "o alınacak bu alınacak" telaşıyla jet hızıyla geçti. koca çok yorgun, geçen hafta iki gün St Petersburg iki gün de Moskova'daydı (iş tabii) bu sabah bir geceliğine yine gitti gelince bir geceliğine-bu sefer yurtiçi allahtan- yine gidecek, oğlum babasını ancak Cuma görebilecek, ben zaten iki çift laf etmeye hasret kaldım onunla. Dün gece yorgunluktan 9:30'da uyuyakaldı. Ama sonra bir aksilik çıkmazsa Cumartesi Altınoluk'a gidiyoruz-yuppi!. Tabii benim hayattaki en ufak değişiklikte ortaya çıkan obsesif kompulsif (obs-komps) Mr Hyde yanım yine ortaya çıktı, kafamın içinde kımıl kımıl bin tane liste var : gitmeden alınacaklar, yanımıza alınacaklar, oğlanın şusu busu, yıkanacaklar ütülenecekler, yolculuk sabahı hazır edilecekler, falanlar filanlar. ben her yolculuk öncesi böyle bi gerilirim daha gitmeden yorulurum ama babaannenin ev yapımı cevizli ekmeğini, ben yiyemesem de tadına baktığım muhteşem sütlacını, tertemiz havayı çok özledim. Bir de buranın bahçesini. bir de adatepe'de çınarın altına oturup arka arkaya 10 tane adaçayı içmeyi (zehirlenicem bi gün adaçayından). Bir de zeytinli'den gözümüz dönüp zeytin, sepet peyniri, zeytinyağı, sabun falan almayı. Bir deee yeşilyurt köyünde meydandaki kahvede basit ama çook lezzetli kahvaltıyı. Ve dağlarda yürümeyi, taze kekik, sarı kantaron, papatyalar falan görünce çocuk gibi sevinmeyi.. Off çok özlemişim ya. Gel cumartesi gel.
Bir de altınoluk'tan eski bir fotoğraf... Üzerinde tarih falan var şık değil belki ama ellerimle çekmiştim. Sakin bir sonbahar sabahıydı. Ne güzeldi.

12 Ekim 2006

mormonları sevelim koruyalım

dün bu tip lüzumsuz bilgilere en az benim kadar meraklı bir arkadaşım bahsetti. Amerika'da bir şirkette yöneticiler mormon tarikatındanmış ve bütün kadın çalışanlara home office çalışma esnekliği tanıyorlarmış. ilahi mormon amcalar, seviyorum sizi!

10 Ekim 2006

talih dönmesi

bi mucize oldu. çok mutluyum (şimdilik). perşembe cuma oğlumlayım artık, bir süreliğine. zaten dün onu ilk defa bıraktım, uzun zamandır üzerinde çalıştığı emekleme projesini gerçekleştirmiş meğer evden çıkmamı bekliyormuş. tam da evde olmadığım zamana denk geldi, içime oturmuştu.
heyhat, bunun daha yürümesi var, konuşması var, var oğlu var, hepsi kaçacak alışmak lazım...

09 Ekim 2006

office space

İşe başladım bugün. İkiye bölünmüş bir akılla 7.5 ay boyunca çıkmış onlarca kanun ve tebliği nasıl çalışacağımı, ilk olarak hangi müşterilere toplantı ayarlamam gerektiğini düşündüm ve 2006 sonu gelmeden tamamlanması gereken projeler birden üstüme üstüme geldi. Sabah çıkardığım "to-do list" yani nasıl desem olacak gibi değil. Aslında bu işler biter de başlamaya heves lazım. İş kıyafeti giymek tuhaf geldi, topuklu ayakkabı kumaş pantolon falan, "smart casual" işini de (ki zor bişeydir iyi giyinmek bu kodda) zaten beceremeyen biri olarak özlememişim. Spor ayakkabılarım ve kotumu isterim. Sonra herkes aynı, kimse değişmemiş oysa ben ne çok değiştim. Bir de bana akşama kadar aynı ofiste oturup çalışmak çok verimsiz gelmeye başladı, ohooo ben bu kadar zamanda neler neler yaparım: oğlumu Yıldız parkına götürürüm, yemekler yaparım, oyunlar oynarız, kitap okuruz, evi toplarım, oğlum uyursa birşeyler okurum, günlük internet tavafımı tamamlarım. Şimdi böyle yazdım diye bizim iş lay lay bir mekan zannedilmesin. Herkes öyle bilgisayarına ve işine gömülü ki bana şu an burası uzay gibi geliyor, o kadar yabancılaşmış hissediyorum kendimi. Ve de işyerinin bilgi işlem kaynaklarıyla blog yazıyorum, cidden ayıp. Zaten bu post'tan bişi çıkmaz. Arayı açmiyim dedim, ilhamım tıkandı yoksa...
Bir de akşam trafiğini çekeyim içime bir nefeste, ooh miss...

04 Ekim 2006

geri sayım

erkek egemen ülkenin erkek egemen (yani düşünce olarak, sayı olarak değil) bi şirketinden ne kadar havalı olursa olsun ne bekliyordum? bebeğimi de ihmal etmeden sadece daha az bir vakit ayırarak da çalışılabileceğini falan ummuştum. oysa cevap "ne gerek var? çocuk büyür bi şekilde" oldu. açıkçası reddedilmeyi bekliyordum da daha sofistike bi cevap bekliyordum. hani o bizim işe alım günlerinde falan bahsetmeyi pek sevdiğimiz "flexible", "work life balance gözeten" şirketimize n'oldu? üst düzey yönetimde kadın anlayışı eksikliği bu kim ne derse desin. yani ingilizce konuşmakla (daha doğrusu artık türkçe konuşamamakla) ingiliz olunmuyor ağalar, anlayış meselesi.
hüzünlü bir geri sayım başladı benim için. haftaya pazartesi iş başı. 7 aydır en fazla 2-3 saat ayrıldığım oğlumdan sabah ayrılıp onu ancak akşam karanlık çöktükten sonra görebileceğimi düşündükçe içim buruluyor. akşamları kucağımda uyuturken uykuya dalıverdiği o büyülü anda kokusunu içime çekip gözyaşlarımı da tutmuyorum bir süredir, görmüyor nasılsa. işte benim yerim burası diyor yüzü, annemin yanı...
hiç özlemedim çalışmayı, evet ne var bunda. budalası değilim o hırsın, ikiyüzlülüklerin, tahammül sınırlarında gezinen günlerin. hep aynı saçmalıkların konuşulduğu öğle yemeklerinin, bir dirhem bile ilerlemeyen anlayışların. hayretle karşılanıyor eminim iş arkadaşlarım tarafından bu tavrım, bir deneyin demek istiyorum onlara, bir deneyin bakalım bu hırsı hayatın odağından çıkarmayı, ne kadar güzelleşiveriyor dünya birden. bizim şirkette bu kadar uzun bir izin kullanan tarihte ilk kadın benim herhalde, buna rağmen doyamadım oğluma. epeyce birikmiş yıllık iznim vardı, hamileyim diye kıramadılar herhalde beni. pek çok kadın evde yorulduğu ve sıkıldığı için işi özleyerek dönüyor bizde. üstelik kimse de benim gibi kendi başına bakmıyor çocuğuna.
kendi başına bakmak... aslında hedeflediğim 3-4 ay bu şekilde götürüp sonrasında bir yardımcı bulmaktı. bulduk da. ancak çeşitli talihsiz olaylar sonucu kısa bir süre içinde bakıcısız kaldık. biz de idare ettik bunca zaman, en sonunda geçen hafta yeni birini bulduk. bakıcı bulmak konusu apayrı bir trajikomik olaylar silsilesi, bi gün enerjim yeterse yazarım. oğluma kendim bakarken hayatımda hiçbir dönem fiziksel ve ruhsal olarak bu kadar yorulmamıştım. ama yine de hala başka bir kadının bütün gün oğlumla oynayıp vakit geçirmesindense kendim bakarım. ev işleri için biri olsa fena olmaz tabii, yalan söylemeyeyim.
gelecek hafta ikimiz için de çok zor geçeceğe benziyor. süt sağabilecek miyim (tabii ki ofiste bunun için düşünülmüş bi ortam yok), uyuyacak mı ben olmadan, huysuzlanacak mı, onu bırakıp gittim mi zannedecek, akşam geldiğimde artık çok yorulmuş olacak, uzayıp gidiyor endişelerimin listesi. ben de gittiği iş seyahatlerinden fantastik oyuncaklar taşıyınca çocuğuyla "kaliteli zaman" geçirdiğini sanan o beyaz yakalı kadınlardan mı olacağım? kabus gibi.
kim bilir kaç milyon kadın geçmiştir buralardan. ilk benim mi başıma geliyor yani. herşeyi bir felakete dönüştürmekte de üstüme yoktur.

30 Eylül 2006

münasebetsiz

şişli'deki ekolojik ürün pazarındayız. amanın kırmızı biberler, tam bugday makarnası falan diye gözüm dönmüşken birden bi gürültü koptu. 5. sınıf bi hoparlörden bangır bangır "sevvvgilii şişlililleeeerrr! sayın başşkanımızzzz mıstafaaaa sarıgüüüül, hede hödö yapmıştır, pazarımıza gelmiştiiiir! aman da ne kutlu bi gündür bugüün!" gibi bi kıyamet koptu. geçen haftaki gitar çalan sarışın-bohem-rastalı-gavur ablanın türkçe, ingilizce, bilmemnece, kocanın iddia ettiğine göre biri de kürtçe olan tıngır mıngır şarkılarından sonra bu hafta da şööle güzel bi mim gösterisi falan beklentisi içindeydim, ne de olsa organik pazar boru değil, ama heyhat. değerli büyüğümüz yanında bir lacili amcalar (MIB) ordusu ve epeyce basın mensubuyla tam da domates almayı planladığım tezgahın önünü tıkadı. üstelik minnak oğlum böyle anlamsız gürültüleri sevmediğini de belli etti. beni şaşırtan halkın sayın başkanla kaynaşma arzusuydu "ay sayın başkanım ben size mail atmıştım da ondan sonra ben sizi çok aradım da ulaşamadım da" karar veremedim saflıktan mı (iyi niyetten ölücem) başka bi saik mi bu insanlardaki başşkanına illa ki bi kendini gösterme isteği. ben olsam şöyle derdim kendisine hani içimden önlenemez bi kendisiyle sohbet etme isteği yükselseydi : "sayın başşkanım, şişli ilçesinde yapılan her nevi inşaatın sorumlusundan en bi yüksek rütbeli çalışanlarınız tarafından dilenci gibi alenen uluorta "para ver bana para para para, daha da ver bu yetmez yine ver" şeklinde rüşvet istenmektedir, hiç kulağınıza geldi mi acabağ?".
haa bu arada telefonu ettim ama ulaşamadım görüşeceğim kişiye. bana müstehak. çek iki gün daha karın ağrısı.

29 Eylül 2006

napıcam ben ya!

Kariyer mi çocuk mu? Bu sorunun cevabı tabii ki kariyerden de çocuktan de anladığınıza göre değişir. Benim her ikisine de yüklediğim anlamlara ve kafamda oluşturduğum modele göre olmaz kardeşim. İkisi biraradaysa birinden biri olmaz. Ben tabii biraz rahatsız bi kişiliğim. Son 4-5 aydır bitmek bilmeyen vıdı vıdı vıdı off nassı olcak öyle mi olacak böyle mi olacak, şu olmasın bu olmasın, böyle de olmasın, hayatım çok zor hezeyanlarımdan melek kocamı resmen bunalttım (hadi abartmayalım meleğimsi diyelim). İlk başlarda koşulsuz gaz veriyodu, tamam istifa et arkandayım diye. Sonra baktı olmuyo, işle beraber de yürütebilirsin dünyada ilk çalışan kadın sen misin bi şekilde hallederiz merak etme demeye başladı. Ama hehe rahatsız kişiliği bu da tatmin etmedi, olaylar gelişti, bu sefer naparsan yap kararı ben vermiycem sen vericeksin demeye başladı ki o noktada anladım: benim bir karar vermem gerekiyordu! Meleğimsi bunu benim için yapmayacaktı. Hatta o kadar kararlıydı ki bu hususta artık fikrini bile söylememeyi tercih ediyordu. E ben de naaptım, aklımca bi karar verdim, ki benim kararlarım öyle vermekle verilmez, daima ertesi gün dönülür, buna rağmen, gittim işyerimle konuştum. Bütün cesaretimi topladım dedim ki: ben artık hayatıma yeni bi yön vermek istiyorum, çocuğuma vakit ayırmak istiyorum, geberene kadar çalışmak istemiyorum ama bi miktar çalışmak istiyorum, o yüzden bir süre haftada üç gün gelsem ben? Sonra da artık daha hafif bi iş alsam? dedim.
El cevap: önce sessizlik, sonra emin misin (işimi zorlaştırmayın), bi bakalım bişeyler ayarlayabilecek miyiz gibi bi süre kazanma taktiği... Ama artık yumurta kapıda beni bekliyo, bugün onları aramam lazım. Ve fakat korkudan ölüyorum. Ariyim ama di mi, korkunun ecele faydası yok. Bugün ariyim di mi, nolur biri bişi söylesin, şunu yap desin yapıcam (ki yalan, meleğimsi üç gündür ara diyor mesela, neyi bekliyorsam).
Bi telefon ediyim gelicem.

izah ediyim

Okuyacak kimse olmasa da sürekli birşeyler yazma alışkanlığım 9 sene önce sona ermişti, öyle bıçakla kesilmiş gibi. Pek çok nedeni vardı tabii bu yazmama tercihinin, çok gerilerde kaldı şimdi onlar, lakin bu bağımlılığımın bitmesi bende başka arazlara yol açtı. Kendini bilmez oldum mesela, ki büyük bir laf farkındayım, sonra dünyayla ve insanlarla başetme yeteneğimde önemli bir gerileme yaşadım, bu da büyük laf evet, en önemlisi de iyi konuşabilir, iyi yazabilir ve iyi okurdum, bu özelliklerim köreldi. Kelimeler nankör gibi bir klişenin arkasına sığınayım hadi, her birini ayrı sevdiğim ama artık kullanmadığım nadide kelimelerim beni bırakıp bırakıp gittiler. Geriye kaldı gündelikler, basmakalıplar, içeriksizler. Eskiden bazen sırf içinde geçen bir sözcük için bir yazarın cümlesini ya da bir şiiri yazıp çalışma masamın karşısına raptiyeler, günler günler boyu kafamı kaldırır onu okur ve sarhoş olurdum. Özlüyorum şöyle tadına vararak iyi bir şiir okumayı, güzel bir cümleyi gün boyunca yanımda gezdirip ağzımın içinde yavaş yavaş eriterek yediğim çikolata gibi azar azar hazmetmeyi.
Her neyse işte temel olarak bu yüzden yeniden niyet ettim karalamalar yapmaya, paylaşma derdim pek yok, sadece yazarak anlatabilmeyi ve derinlere inmeyi özledim. Buradan accayip deriiin bi insan olduğum sonucu ortaya çıkmasın tabii, kendimi yazarak daha iyi anlayabiliyorum sadece, başkalarının muhakkak anlamasına ve tanımasına değer biri olduğumu da düşündüğümden değil. "İnsan neden blog yazar?" üzerine "insan neden günlük yazar?"dan daha farklı bir tartışma çıkar, ikisi aynı şey değil şüphesiz. Blog "birileri yazdıklarımı görsün ama tanımadığım birileri olsun bunlar" özünde ama günlük, "belki bir gün sadece bir kişiye veririm bunları, ondan da emin değilim" bana göre.
Aslında bu kadar sıkıcı biri değilim. Yalnız uzatabiliyorum bazen, evet evet, babamda da var bu huy, kalıtsal.

28 Eylül 2006

bi de başarsaydım

az kaldı oldu olacak..ha gayret!

başladık da niye...

geç kalınmış bir başlangıç. amaan neyse gittiği yere kadar (motivasyon paçalarımdan akıyor her zamanki gibi).
biraz karıştırayım da ne nasılmış, uzun uzun yazarım yine.