20 Eylül 2007

tahammül

annelik çok özveri istiyor çok. her şeyden önce insan öncelikle karnının ne kadar büyüyüp gerilebileceği ile ilgili tahminlerinin saflığını idrak ediyor. ne kadar uykusuz kalıp sinirlerinin ne kadar bozulabileceği konusunda ise daha önce hiç sınırlarını keşfetmediğini... bu kadar sefil bir durumdayken yine de güleryüzlü ve sevecen olunabileceğini...
veee (last but not the least) parklarda bahçelerde oynayan diğer küçük çocukların annelerine NASIL DA TAHAMMÜL EDEBİLECEĞİNİ insan anne olmadan anlayamıyor. mesela bizim sitede bir hanım var - gerçi o anne değil teyze ama olsun- derhal pedagoga götürülmesi gereken 4-5 yaşlarındaki şirret yeğeninin nasıl da bütün çocukları irrite ettiğinin, çocuğun sinir bozucu sesiyle daima çığlıklar atıp ağlayarak etrafını yönetmeye çalıştığının falan asla farkında değil. mesela o çocuğa "nolur biraz daha yavaş, bağırmasan olmaz mı?" dendiğinde bu hanım gülünç bir şekilde aslan kesilerek "ne var bi şey mi var noluyo bakiim benim yeğenime biri bi laf mı etti?" diye gözlerini belertmek suretiyle ortaya atılıyor. bırak da çocuk haksızlığa uğradıysa bile kendini savunmaya çalışsın önce. sonra yine bu şirret ufaklık (nasıl da çocuk sevmez bi tipim değil mi, napiyim ben birine kıllanınca yaşı benim için pek önem arzetmiyor) başka bir çocuğu canından bezdirene kadar "oradan geçemezsin ben kraliçeyim orası benim, git diyorum burada oynama" diye diye delirttikten sonra ezilen çocuğun kızın dandik fırıldağının köşesini üzerine şirret kız başlıyor ağlamaya. ama ne ağlamak. yarım saat falan. öyle bir yüksek perdeden boğazını patlatarak ağlıyor ki ben o noktada çocuk için üzülmeye başlıyorum. evde naptılarsa buna artık, kafayı yemiş gerçekten. neyse teyze bu olay üzerine çocuğu sakinleştirmeye falan çalışmıyor. dedektif kesilerek fırıldak aslında nasıl kırıldı sorunsalını çözmeye çalışıyor. çok önemli ya nasıl kırıldığı. şirret kız bir keresinde de bizim oğlanı oyun alanından atmaya çalışmıştı. hatta bu çabaları sırasında eğimli bir yerde düşmesine yol açtı. çok da istemedi aslında düşmesini zira benim bakışlarımdan biraz çekindiğini düşünüyorum. yine de ufaklık düştü işte. ben de "bakın bu sizden çok ufak, istediği yerde oynasın, düşürmek yok". şirretin teyzesi çemkirerek "o kendi düştü bi kere, o kendi düştü!" diye bana doğru hamle yaptı. işte o an anladım ki ben çok değişmişim. çünkü o kadına dilimin ucuna gelenlerin tekini bile söylemedim. bir an düşündüm sadece, ne olacak ki bununla dalaşsan. ya işte. eskiden olsa.
insanlarda artık acayip bir çocuğunu ne pahasına olursa olsun koruma tavrı var. çocuk ne yaparsa yapsın ama. mesela ağaç dallarına asılıp dalları kırsın, bitkileri yolsun gıkları çıkmıyor, engellemeye ya da bunun kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıyorlar. başka çocuklara saldırmalarına itip kakmalarına ses etmiyorlar. çocuklar ise bu sınırsız özgürlük (ya da vurdumduymazlık diyelim) sonucu daha mı sakin ya da aklı başında oluyor, hayır elbette. çoğu şımarık, ne istersem hemen olsun ve diğerlerinden bana ne mantığındalar. burada bir terslik var bence. bir dengesizlik.

paşa uyanmak üzere, ben kaçtım.

19 Eylül 2007

fotooo







Midyeler ve pasajlar...


18 Eylül 2007

Brüksel lahanası Brüksel'den mi çıkmadır?

Efeniiim, Evropalarda eğitim tertip etmiş şirketimiz davete icabet etmemek olmaz. Geçen hafta 3 gün Brüksel’deydim. En başta beni ilk ilgilendiren şeyi söyleyeyim: bi midye yiyemeden döndüm başarısız organizatörler yüzünden. Sanki İstanbul’da sabah akşam midyeyle yatıp kalkarmışım gibi bir izlenim verdim nedense ama Brüksel’deki en ilginç şeyin nedense midye olduğunu düşünmüşümdür hep, öyle Evropa Parlemetosu falan fişmekan değil. Heyhat. Yiyemediğimiz gibi tertip edilen yemek organizasyonlarında da önümüze sürekli az pişmiş etler (çiğ düpedüz) sürdüler. Midesizler. Brüksel lahanası da görmedim ortalıkta ki kendilerinin Brüksel’le bir alakaları var mı bilmiyorum, desteksiz atıyorum işte. Bu gezimizden çıkardığım ana fikir: Evropalılar’dan hazzetmediğim ve de zinhar Evropa’da bir yerde yaşayamayacağım olmuştur. Eğitimlisi pek bir burnu havada, uzak ve sosyal becerilerden yoksun. İçmeden sosyalleşemiyorlar daha doğrusu. Eğitimsizi de gayet yontulmamış. İrlandalılarla kuzey ülkelerinden (yani İsveç, Norveç vb memleketlerden) gelenleri tenzih ederim. Ben daha ziyade İngiltere, Almanya ve Fransa devlerine mensup über-insanlardan bahsetmekteyim. Genellemelerimi de yaptım rahatladım. Çikolataları da pek güzel ama benim ilgi alanıma girmiyorlar (daha doğrusu girmeseler daha iyi olur). Şehir dümdüz yürü babam yürü, bu çok güzel, temiz, düzenli, tarihi binalar hem hayatın içinde hem de yıpranmamış ve çirkinleştirilmeden bakılmış. Bunlar da güzel. Etrafa bakınca herkes zengin ve tek tip, bu bence iyi değil ama bakış açısına bağlı tabii.

Oğlumla ilk defa bu kadar ayrı kaldık. Çok özledik birbirimizi tabii. İşin kötüsü gelecek hafta bir kere de Berlin’e gitmem gerekiyor. Bir enternasyonelliktir gidiyor. Sonra çok uzun süre bir yere kıpırdayacağımı sanmıyorum. Saç tıraşı oldu geçenlerde. Çocuk kuaförü sektöründe boşluk var cin iş fikri arayan arkadaşlar. İstanbul’da bir adet yer var, oldukça da pahalı, yine de işlerini iyi yapıyorlar. Biz kesemiyoruz artık, yamuk yumuk oluyor, bir de korkuyorum makasla bir sakatlık çıkacak diye. Normal kuaföre de götürmek fikri pek açmıyor-sanki ben çok gidermişim gibi…

Bu aralar okuduğum bir kitap var Jean Jacques Rousseau’nun “Emile: Bir çocuk büyüyor” kitabı, kitapta beni en çok etkileyen şey çocuğu acı çekmesini önleyerek büyütmenin onu acılarla ve zorluklara karşı tahammülsüz kıldığı ve bunların altından kalkamayacak kadar güçsüz birine dönüştüreceği fikri. Bir de çocukla çocuk olmak fikri var ki çok benimsedim, çocuğa vaktinden önce verilen disiplinin ve ihtiyaç duymadığı karmaşıklıktaki bilgileri öğretmenin gereksiz ve zararlı olduğu görüşüne de katılıyorum. Rousseau amcanın yaşadığı dönemde bu fikirleri geliştirmiş olmasına da çok şaştım kaldı feylesof işte adam. Gerçekten iyi bir kitap kitapçılarda bol miktarda bulunan kof anne-bebek/ çocuk gelişimi kitaplarıyla karşılaştırınca hakikaten bir şeyler söyleyen ve de bana hitap eden bir kitap bulduğumu düşündüm. Esasında kitabı bana tavsiye eden çift biraz egzantirikti. Kendileri ve 5 yaşındaki kızları için çok tuhaf bir Hint öğretisi çerçevesinde planlanmış bir hayat sürüyorlar, asla et yemiyorlar (bu çok tuhaf bir şey değil ama çocuğa hiç yedirmemek kısmını bir doktorla konuşmak lazım), haftanın belirli günlerinde sadece belirli şeyleri yiyorlar (mesela Salı günleri sadece bakliyat, Çarşambaları sadece fındık ceviz falan), diyet dışı bir şey ağızlarına koymuyorlar. Bu bir yetişkin için – özellikle de günün ev dışında geçiren bir yetişkin için bile çok zor bir uygulamayken ufak bir çocuğa bunu uygulatmaya çalışmaları benim “hayatla ne zorları var acaba?” diye düşünmeme yol açmıştı. Çocuğun okulu bile bu beslenme düzenini uygulayabilme kriterine göre seçildi ki, değer mi yani bu kadar diyet takıntısına kısacık hayatta dedirtiyor insana. Velhasıl çift egzantirikti dediğim gibi ama kitap tavsiyesi gayet iyi çıktı. Ufaklık da Ayla Çınaroğlu’nun Veli serisine taktı. Yasemin tavsiye etmişti. Her akşam “Belli, Belli” (Veli demek oluyor) diye onu okumam için tutturuyor. Bilinçli bir şekilde kitap seçmesini çok şeker bulmakla beraber topu topu üç kitaplık bir seri olduğu için içime fenalık gelmek üzere. Ayla Çınaroğlu hanımefendiyi (ki kendisinin küçük hayvanlar serisine de bayılıyoruz) derhal Veli serisine yeni eserler katmaya davet ediyorum. Lütfen size ihtiyacımız var.

Başka neler yapıyorum bu aralar, bahçeyle uğraşıyorum biraz. Sonbahar geliyor hafiften ama yağmur gelmiyor, mutsuzum. Bahçede işler var-her zamanki gibi, kasımpatı diktim tomurcuktalar sabırsızlanıyorum. Çim işinden umudumu kestim sonbahar yağmurlarına bel bağlamıştık, o da yok. Sararan otlara bakıp bakıp üzülüyoruz. Bu mevsimde ne eksen-diksen tutarmış, o yzden çok hevesliyiz de su yok.

Ha bi de kariyer meselesi var. Napıcaz bu kariyeri? Bir şey yapmak lazımdır kısa ve orta vadede. En gıcık konu en sona kaldı. İyi de oldu. Vaktim kalmadı dolayısıyla yine erteleyebilirim bu konuya yoğunlaşmayı. Bir ay daha rahatım oh be.

Bu arada bu yazının başlığındaki sorunun cevabını bilen arkadaşlar (Çoban senden umutluyum) kaleye mum diksin. Bu lüzumsuz malumata hakim olamadığım için kendimi pek eksik hissediyorum.

03 Eylül 2007

kördüğüm

Şu yaşıma geldim (yolun yarısı değilse bile az kaldı) hala kendimle sorunlarımı halledemedim. Halbuki insanın artık yaş kemale erdikten sonra ekim yapılmaya hazır bir bahçe gibi usulünce çapalanmış, taşlarından, yabani otlarından ayıklanmış ve dinlenmiş olmasını beklerim. Çevremdekilerden beklerim tabii bunu, kendimde ne kadar başarabilmişim, cevabını beklemediğim bir soru. Belli bir yaştan sonra artık kişilikle ilgili konuların üzerine gitmenin anlamı yok bana göre, olan olmuş artık, yerleşmiş kemikleşmiş huylar, özellikler değişmez. Kabulleneceksin devam edeceksin.
Konu derin, dal dal bitmez. İsteğim de yok. Ama pek çok sorunun bundan kaynaklandığının da farkındayım. Ah ne kadar istiyorum bir süre sessiz durabilmek, susmak, kıpırdamamak, kimseleri görmemek, durgun suda kararsızca yüzen bir dal parçası gibi hiçbir şeyle meşgul olmaksızın, meşgul olmak zorunluluğu duymaksızın kendi içimde dolanmak dolanmak dolanmak… Böyle kararsız ve amaçsız sürüklenirken bir gün yavaşça aydınlanmak, düşünmüş, halletmiş ve kabullenmiş olarak. Ah mümkün mü… Cevabını beklemediğim bir soru.



Öyle uzak ki yerim/Uzakları aşıyor/Bütün özlediklerim/Benden ayrı yaşıyor/Ya her şeyim ya hiçim /Sorma dünyam ne biçim/Bir kördüğüm ki içim/Çözdükçe dolaşıyor

KÖRDÜĞÜM Söz: Şevket Rado / Müzik: Hümeyra