21 Aralık 2006

presentation skills

işte beklediğim hava geldi. evet geldi de ne oldu. melankoli desem değil, bezginlik desem değil, öyle tuhaf aromalı bir his sardı beni iki gündür. bugün evde olacaktım güya ama öğleden sonra şirketin devasaaaaa bir semineri var ve benim de orada bir sunumum. ve tabii ki hazır değilim. şu an tam olarak yapmam gereken biraz sunum üzerinde çalışmak, bir duş almak, giyinmek (bu ruh halindeyken şık olmanın zorluğunu belirtmeden geçemeyeceğim) ve gidip orada enerjik bir biçimde sunumumu yapmak. sabah mecburi migros tavafımı gerçekleştirdikten sonra azalmış pilim iyice bitti. aklım almıyor nasıl bu kadar çok tüketebiliyoruz? çekirdek ailenin böyle bir tüketme kapasitesi varsa 2-3 çocuklularda durum nedir? vagonla mı gidiliyor alışverişe? ki bizim eve asla girmeyen şeyler vardır, her tür abur cubur, şarküteri, meşrubat vs. alınanlar sebze meyve bakliyat süt yoğurt mecburi temizlik malzemeleri falan. ama kollarım kopuyor her hafta. internetten sipariş edememe huyum var nedense kendim görüp seçip almak zorundayım. zorundasın da taşırsın işte her hafta asansörsüz eve tonlarca poşeti.
sabah sabah bir başka sorunum da şu: ben neden hiç örnek öğrenci olamıyorum? çok istiyorum bunu gerçekten. bunu tercih etmeyen insanlar vardır, takdir ederim o duruşu, muhaliftirler, kurallara göre oynama zorunluluğu hissetmezler, her şeyleri tam değildir ama bu bilinçli bir seçimdir. oysa ben örnek öğrenci olmak istiyorum. herşeyi düzenli (evi, ofisi, gardrobu, saçları, manikürü), doğru zamanda doğru yerde bulunup doğru insanlara doğru sözleri söyleyen, evi de idare eden kitap da okuyan spor da yapan, her işini zamanında teslim eden, lüzümsuz ofis içi mesajlara bile vaktinde ve tam da olması gerektiği gibi cevaplar gönderen... inek işte tam. inek öğrenci olmak istiyorum ben ama beceremiyorum. muhakkak bir noktada yoldan çıkıveriyorum ki inekliğin kitabında arasıra yoldan çıkmak falan yazmaz. ineklik bir yaşam tarzıdır, 24 saat süren emek isteyen bir varoluş biçimidir.
üstelik hala duş almam, çalışmam, şık olmam ve korkarım dünya dahi yıkılsa o sunumu yapmam gerek. bir of çeksem mesela karşıki dağlar ne düşünür?

19 Aralık 2006

seseka memurlarına esef

sabah SSK'da işim vardı. doğum parası dedikleri alıp işverene takdim edeceğim yüklüce parayı alabilmek için bir takım bürokratik saçmalıkları yaşamam gerekiyordu. nicedir erteliyordum sonunda yap da kurtul dedim erkenden gittim. sağolsun şirketin muhasebesindeki arkadaşlar hiç bir belgemin eksik olmamasını sağladılar da iş tahminimden kısa sürdü. ama gayet rahatlıkla on-line yapılabilecek bir işlem olmasına rağmen gizli işsizliğin doruğa çıktığı bir sistem. neyse şimdi sistemin kanayan yaralarını tartışamaycağım, ben daha çok oradaki memur arkadaşlara şişmiş vaziyetteyim. kimsenin suratına bakmazlar, aksiler, eğitimsiz ve kabalar, orada iş için bulunan kimseye yardım etmek gibi bir niyetleri yok ve de çok çok sevimsizler. eskiden şöyle düşünürdüm; sen de o kadar zor koşullarda çalışsan, kimbilir sabahın kaçında kalkıp ne tür bir vasıtayla işe gelsen, bütün gün birilerinin sigara içip şikayet ettiği bir ortamda sürekli aynı rutin işi yapıp dursan, kimbilir nasıl bir tip olurdun? ama sabah karşılaştığım manzara bu düşüncemi değiştirdi. insanın içinde olacak "insanlık", öyle yaşam koşullarıyla falan olmuyor.
olaylar şöyle gelişti: sırada 5-10 kişi var (ki çok çok makul), gelenlerin yaptıracağı işlemler sıradan ama oraya gelen çoğu kişi belli ki daha önce hiç bu tür bir işlem yaptırmamış, hiç bir yerde açıklayıcı bir yazı falan yazmıyor, bir takım odalar var harala gürele birileri kimsenin suratına bakmadan çalışıyor. benim sıra numaram geldi. görevliye günaydın dedim, tıss... ayrıca ters ters bakma...uzattığım belgeleri evirdi çevirdi kontrol etti, bir yazıcıdan bir başka belge çıkardı, uzattı, tıss..yine ses yok. ben ee? bakışı attım haliyle, lütfen arka masadaki başka birini işaret etti, genel kabul görmüş işaret diline göre o beye başvurmam gerektiğini anladım. "o bey"de de durum aynıydı, o da aynı şeyleri tekrar kontrol etti, asla konuşmadı, ben yılmadan günaydın ve teşekkür ederim demeyi sürdürdüm, o da beni yan masadaki bir hanıma yönlendirdi, tıss eşliğinde tabii. yan masadaki hanım (allahım en kötüsü oydu) tabii ki günaydınıma cevap vemedi, suratıma bakmadı, aynı şeyleri kontrol etti (karikatür gibi değil mi ama aynen böyle), suratıma bakmadan imza attı ve bu kimin diye kağıtları havaya uzattı, aldım, herhangi bir izahat yok, "ee?" dedim artık sabredemeyerek, "şimdi ne yapmam lazım?", suratındaki o kararmış lanet bakışı herhalde bu geceki kötü rüyamda yeniden göreceğim, "vezneye" dedi. bu nasıl bir kelime tasarrufudur! her neyse vezne ve muhasebe bölümlerinde de insanı şişiren işlemler ve benzer tavırlar devam etti, işim bitti, çıktım.
sonra düşündüm. bizim plazada tuvaletleri temizleyen bir görevli var. özel bir temizlik şirketinin elemanı, devlet memurundan fazla para kazandığını sanmıyorum. işi ne dersek belli işte, akşama kadar temizlik. kimsenin ona fazlaca günaydın teşekkürler dediğini de sanmam. ama bu görevli sizi temizlik sırasında sırada beklerken görürse muhakkak "sizi de beklettik kusura bakmayın" der, geçerken yol verir "buyurun" der, kibarca güler. şimdi bu adamın hayat koşulları çok mu kolay? işini çok mu seviyor, ilkokulu bitirmiş midir?
bundan sonra ilk devlet dairesinde işim olduğunda (bir kaç sene olmamasını tercih ederim tabii) hatırlayacağım: "nezaket borcum mu var size?"

10 Aralık 2006

felekten bir gün

epey ara verdim. işler yoğun. haftada beş gün çalıştığım zaman ne kadar iş yapıyorsam haftada üç gün temposunda da kendimden aynı işi beklememden kaynaklanıyor kısmen. çarşamba cuma oldu ya şimdi herşeyin çarşambaya bitmesi telaşı başladı, sanki cumaya yetiştirmek kolaydı da.. işleri yayıp da akşam bir iki saat geç çıkma lüksüm de kalmadı ya, gün içinde beş dakika duramıyorum. perşembe cumalarım da farklı değil, önce market alışverişi hallediliyor, kollar kopuyor, sonra muhakkak işle ilgili birşey oluyor ya bir toplantı ya bir eğitim... biraz egzersiz yapayım istiyorum ama haftada iki skorunu bile başaramıyorum şimdilik. haftaya inşallah, ümüt fakirin ekmeği.
geçen hafta doğum günüm vesilesiyle sevgili koca bana harika bir sürpriz yaptı, izin aldı ve de felekten bir gün çaldık. çok kısa bir özet: boğazda kahvaltı (yaya yaya, üstüne çay kahve bile içildi), sonra sinema (bir yıl ara verince reklamlara bile hayran hayran baktım), sonra evde öğle yemeği (oğlumu bütün gün görmezsem olmaz), sonra beyoğlu (kitap ve cd aldım uzun uzun bakınarak), tünelde kahve (yılbaşı süsleri asmışlar, şahane olmuş), son olarak da akşam yemeği ve 9:30'da ev. ilk defa oğlumu ben banyo yaptırıp yatırmadım. ama uyumuş. biraz mahsunlaşmış, azıcık ağlamış ama kaşıkla sütünden içirmiş bakıcısı, onu içince uyumuş (bu çocuğun anne sevgisi yalan galiba, esas süt sevgisi var bunun süt!). gece yarısı uyandı tabii, sanki üç aydır ayrıymışız gibi öyle bir sarılışım vardı ki, ne manyakça bir şey bu annelik ya.
kısa günün karı:
1- film çok beğendim: the children of men. pd james'in romanından esinlenme.
2- kitaplar: bir adet pd james aldım. bir de philip k. dick bulmuşken, bir de bir iki senedir okumayı istediğim joseph heller'ın catch 22 romanı. pandora'yı seviyorum. ankara kitapçıları yoktur istanbul'da kim ne derse desin, bir dost kitabevi'nde insan kaybolabilir ama istanbul'da hiçbir kitapçı beni öyle içine almadı. bir tek pandora'yı ayrı tutarım diğerlerinden, orada çok iyi vakit geçiririm.
3- cd'ler: kings of convenience (konsere geldiler gidemedim), everything but the girl (gençlikte pek severdim), bir de ne alaka modern folk üçlüsü'nün bir konser albümü. oğlum da dinlesin diye.
bir de uyarı: akşam yemeğe gittiğimiz yer (360) mekan avantajıyla gidebildiği yere kadar gitmeyi hedeflemiş herhalde, ne yediysek (ekmekleri hariç) lezzetsiz ve özensiz çıktı. uzun zamandır merak ediyorduk orayı, konumu ve manzarasına kapıldık aslında, ama mutfağının bu kadar baştan savma olduğunu bilmezdim. biz ettik siz etmeyin. paranıza yazık.